Görkemli sütunların üzerinde yükselen, kubbeli kemerli, krema beyazı bir tapınak hayal ediyorum. Günışığı ile dolu ferahlıkta bir ziyafet sofrası uzanıyor. Doyumsuz bir lezzet şöleni, bol şarap ve özgürlüğün zevkiyle kendinden geçmiş pürneşe bir kalabalık… Az sonra tapınakta güvercinler uçuşmaya başlıyor. Kuşlar kanat çırptıkça, etrafı bir bahar kokusu kuşatıyor. Bir aşk hatırası gibi taze, tatlı, ılık bir koku bu. Gül kokusu…
Hayal gücümü ateşleyen, Eski Roma’nın sefa festivali bacchanalia hakkında okuduğum cümleler oldu. Yalnızca birkaç cümle, gül kokusunun zihnimdeki hatırasını öyle kuvvetle canlandırdı ki gönlümde bir Roma tapınağına havalanıverdim. Bacchanalia’larda, uçmaya salınmadan önce üzerine gül suyu serpilen güvercinler… Onlar kanat çırptıkça tapınağın içini, gül kokusu sarsın diye.
Beyin ve burun arasındaki mesafe çok kısa. Koku duyumuzun varlığı ise hayat kadar eski. Atalarımızın hayatta kalabilmek için suya ve yiyeceğe ihtiyacı vardı. Su ve yiyecek bulabilmek içinse koku duymaya. Beyinde kokular, duygusal hafızanın çekirdeği kabul edilen amigdala tarafından algılanıyor. Bu yüzden hiçbir şey kokular kadar akılda kalıcı değil. Ve belki de insanlığın hafızasında, hiçbir çiçek kokusu, gül kadar kadim bir hatıraya sahip değil.
Roma tapınakları, kuşların parfümü ile tazelenirken, tapınakların tavanlarını da gül resimleri süslermiş. Bugün halen kullanılan ve ‘’gizli’’ anlamına gelen Latince kalıp sub rosa‘nın hikâyesi, çok eskilere uzanıyor. Gül, Aşk ve Zevk Tanrıçası Afrodit’in sembolü. Türlü skandalları ile Tanrıları öfkelendiren Afrodit, değerli gülünü oğlu Eros’a hediye eder. Eros ise havai annesinin sırlarını korusun diye çiçeği, Sessizlik ve Sırlar Tanrısı Harpocrates’e sunar. Böylece gül, hem Harpocrates’in hem sır saklamanın simgesi haline gelir. Romalılar, ‘’Burada konuşulan, burada kalır’’ uyarısını akılda tutmak için tapınak tavanlarını gül resimleri ile bezemişler: Sub rosa, yani ‘’gülün altında’. Ortaçağ şatolarındaki ziyafet salonları ile kiliselerdeki günah çıkarma odalarının gül motifleriyle süslü olması da sub rosa geleneğinin devamı.
Antik Yunan’da iyi bir uykunun sırrı, içi gül yaprakları ile doldurulmuş yastıklarda uyumakmış.
Romalılar, gül suyu akan çeşmelerde yıkanmaya düşkünmüş. Gül, eski çağlardan itibaren, güzellik kremlerinden ilaçlara, afrodizyaklardan tatlılara çok şeye kokusunu vermiş. Tüm bunlar bir yana, okuduklarımın içinde bana en etkileyici gelen, Kleopatra’ya dairdi.
Kleopatra, Antonius’la buluşmak üzere gemileriyle Tarsus’a hareket eder. Limana yaklaşınca saltanat kayığına geçip, şatafatlı gölgeliğin altına boylu boyunca uzanır. Tanrıça Afrodit gibi giyinmiştir ve iki yanında Erosları andıran erkek çocukları, onu serin tutmak için yelpaze sallamakla meşguldürler. Ne ihtişamlı bir sahne! Bu sahneyi yalnızca bir sahne olmanın ötesine taşıyacak bir ayrıntı daha var: Kafile limana yaklaştıkça daha kuvvetle duyulan gül kokusu. Kleopatra, yola çıkmadan önce, sedir ağacından inşa edilmiş gemilerinin yelkenlerini gül suyu ile yıkatmıştır. Kraliçe limana ulaşmadan, gül kokulu rüzgârı ulaşsın diye…
Gül ve Bülbül

Çiçekler neden ve ne zaman koku yayarlar? Bu sorunun cevabı, insanların çiçek kokularını neden bunca cazip bulduğuna da bir açıklama getirebilir. Çiçek, nektarla dolup taştığında, kokusuyla dünyaya şu mesajı verir: ‘’Üremeye hazırım.’’ Üreme becerisi, gençliği, sağlığı, hayat enerjisini çağrıştırır. Her kokunun üzerimizde biyolojik etkileri bulunur ama çiçek kokularının bize aşıladığı yaşama sevincinin, umut ve iyimserlik hissinin yeri ayrı. Gül de böyle bir güce sahip. Hatta mistik bir etki yaratacak kadar…
Yunus Emre, gül kokusu duyduğunda Allah’ı hatırlarmış. Eski zamanlarda, Arabistan’da cami inşa ederken harcına gül suyu katıldığı söyleniyor. Minare öğle sıcağında ısındığında etraf gül kokusu ile sarmalansın diye. İslam mutfağında, şerbetlerden tatlılara, gül sıkça kullanılıyor. Divan Edebiyatı ise gül ve bülbül şiirleriyle dolu. Bir efsaneye göre bülbül, gülün açmasını beklerken dalından düşüp ölür. Düşerken çiçeğin dikenleri, göğsünü parçalar. Kırmızı güle rengini veren, bülbülün kanıdır.
Gerçek şu ki çiçekler dünyasının en meşhur romantiği, gül. Ve romantizmin türlü halleri var. Gülün simgelediği değerlerden biri de, hayatı daha adil kılmayı umut eden bir insanlık hayaline ait. Sosyalizme. Hayallerdeki sosyalizmin, hayatlardaki karşılığı epey dikenli bir mesele olsa da bu durum, tarihte çeşitli sol hareketlerin gül severliğine engel değil. Gül motifi, Ortaçağ Avrupa’sından itibaren otoriterlik karşıtı bir simge olagelmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda direnişin sembolü, beyaz gül. Sosyalist Enternasyonal de sembol olarak gülü seçmiş. Aynı şekilde İngiliz İşçi Partisi’nin amblemi, ülkenin ulusal çiçeği gül motifi ile süslü.
Güller, renkleriyle de anlamlara sahip. Beyaz gül, saflığı; kırmızı gül, aşk ve tutkuyu simgeliyor. Sarı güller, bilgeliğin; pembe olanlar huzurun sembolü. Mor ve eflatun güller ise mucize ve huşunun temsilcisi kabul ediliyor. Çiçeklerin tarihinde, kırk milyon yıllık gül fosillerine rastlanmış. Dünyadan ne güller gelip geçmiş… Elbette hayatta hiçbir şey kalıcı değil. Ne güzellikler, ne zevkler ne iktidarlar. Her şey bir gül kokusu kadar uçucu. Umberto Eco’nun romanı Gülün Adı’na ismini veren o son satırda olduğu gibi: ‘’Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus.’’
‘’Adıyla bir zamanlar gül olan, geriye adın kalır yalnızca.’’
Adın ve hatıran…
Gül kokulu kremime uzanıp, ellerimi kremliyorum. Kısacık bir an içinde, avuçlarımdan bir bahar bahçesinin kokusu yükseliyor. Bütün kremlerde, losyonlarda, parfümlerde olduğu gibi laboratuvarda üretilmiş, sentetik bir koku bu. Gerçek değil. Yine de hafızamda, bugüne dek kokladığım tüm güllerin hayalini uyandırmaya yetiyor. Hayatın, şimdiden ziyade geleceğe odaklı koşturmacası içinde, insanı yaşadığı an’ın değerini ve güzelliğini fark etmeye davet eden o meşhur deyişi hatırlıyorum: ‘’Dur ve gülleri kokla.’’ Her gül kokusu, hafızamda bir mutluluk numunesi. Ellerimi yüzüme yaklaştırıp kendi kendime gülümsüyorum. İyi ki durmuş, iyi ki koklamışım.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.