Çeşitli Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Hollanda’daki trenlerde de ‘’sessiz vagon’’ diye bir uygulama bulunuyor. Hollandaca ismi stiltezone, yani ‘’sessiz alan’’. Adı üstünde, trenlerin en gürültüsüz, en sakin köşesi bu vagonlar. Burada çocuklu aileler yok. Telefonunu bağırta bağırta YouTube videoları izleyenler yok. Yüksek sesle gülüşenler, konuşanlar yok. Hatta konuşan kimse yok. Sessizlik yemini edip yolculuk boyunca inzivaya çekilen bir grup insan var. Zira sessiz vagonda seyahat etmeyi tercih edenler, ta en başta mümkün olduğunca az ses çıkaracak olma koşulunu da kabul etmiş bulunuyorlar. Dünyanın hengâmesinden azade; rayların üzerinden kayıp giden trenin tatlı mırıltısı ve pencereden akıp giden güzellikler eşliğinde, öylece yol alıyorsunuz. Korunaklı bir sessizliğin ılık ve mutlu koynunda… Stiltezone, her tür gürültüden pek kolay rahatsız olup huysuzlaşan benim gibi tipler için bir huzur vahası. Yanı başında davul çalsalar tınmayan geniş ruhlardan olmayı ne çok isterdim! Geniş ruh, geniş dünya demek çünkü. Oysa bizim gibiler için dünya şıp diye daralıveriyor.
Şimdi bir sessiz vagon hayal etmenizi istiyorum. Sabahın en mavi saatinde, Lahey-Amsterdam hattında ilerleyen bir trenin en suskun kısmına mutlu mesut yerleşmiş; kimisi elinde kitabı, kimisi kulağında müziği; bazısı uykulu, bazısı hülyalı bir grup yolcu… Ne var ki yolcuların mutluluğu yarım kalacak çünkü az sonra kadının teki telefonunu kulağına yapıştırıp başlayacak konuşmaya. Neredeyse yirmi dakika boyunca, hiç de düşük sayılmayacak bir desibelden, üstelik arada hunharca kahkahalar da patlatarak, konuşacak da konuşacak! Ne güzelim sessizliği paraladığının farkında, ne çevreye verdiği rahatsızlığın.
Madem konuşmaya açsın, başka yer mi kalmadı; neden sessiz vagona bindin? Senden başka kimsenin çıtı çıkmıyor; bunu da mı fark etmiyorsun? Allahım ne şuursuz, ne sevimsiz, ne kaba insanlar var!
Bir başkası olsaydı içimden daha neler saydırırdım, neler! Ama yapmadım, yapamadım çünkü o kadın bendim.
”Oh Lord, Please Don’t Let Me Be Misunderstood”
Hollanda gibi avuç içi kadar bir ülkede yaşamanın en güzel hediyesi, günübirlik seyahatler. Sabah kalkıp, ‘’Bugün hangi şehre gitsem’’ diye tatlı tatlı hayal kurma lüksü. Tam da o sabahlardan biriydi. İçimde bir kuş şarkısı, şen şakrak yollara düşmüştüm. Hava mis, hayat güzel, Amsterdam beni bekler… Den Haag Centraal’dan tıngır mıngır uzaklaşmaya başlamıştık ki annemin sesini özleyip arayıverdim. Laf lafı açtı; gevezeliğe daldık. Konudan konuya seke seke epey güldük, konuştuk. Ne vakit telefonu kapayıp sustum, etrafımı saran tuhaf sessizliği işte o zaman fark ettim. Kimsenin bana baktığı yok ama sanki bütün gözler benim üzerimde… Alıcılarım bir tık açıldı. Zihnimde bir karıncalanma başladı. Çapraz koltukta oturan kadın yavaşça benden yana dönüp gözlüğünün üzerinden soğuk bir bakış gönderdi. Ve işte tam o anda, gözlüklü kadının arkasında, sihirli işareti gördüm.
‘’Başkalarına karşı saygılı ve incelikle davranma…’’ Türk Dil Kurumu ‘’nezaket’’ sözcüğünü böyle tanımlıyor. Hayat, sözlük anlamlarına sığmayacak bir derya, tabii. Bir davranışı yaratan nice sebep, koşul, durum var. Bu nezaket ve kabalık için de geçerli. Öte yandan, bırakın hiç tanımadığımız birinin davranışı üzerinde kafa yormayı, özel ilişkilerimizde bile karşımızdaki kişiyi kolayca etiketlemeye meyilliyiz. Bu hem hayatı sadeleştirmeye yarıyor hem de başkaları üzerinden kendi kimliğimizi tanımlamaya. ‘’O kaba, ben değilim’’; ‘’O kötü, ben iyiyim…’’
Trendeki münasebetsizliğim kasıtlı değildi. Umursamadığımdan değil; bilgisizlik ve dikkatsizlik sebebiyle o şekilde davranmıştım. Ne var ki o vagonu dolduran başkalarının gözünde muhtemelen ‘’saygısız’’ sıfatını çoktan hak etmiş biriydim. Tren adabından nasibini almamış kaba bir insan. Yol yordam bilmeyen bir Orta Doğulu.
‘’Ama siz beni yanlış anladınız! Ben aslında hiç böyle biri değilim…’’
Trenden kös kös inerken, hem utancın hem yanlış anlaşılmanın sıkıntısı ile içimde yankılanan buydu. Hayatım boyunca defalarca rastladığım ve hiç haz etmediğim o insanlardan biri sanılmanın ağırlığı… Belki ben de onlardan bazılarını yanlış anlamıştım. Tıpkı benim gibi bilmeden, istemeden öyle davranmışlardı. Umurumda olmuş muydu? Bana rahatsızlık veren bir davranışı, sebepleri ile anlamaya çalışmak külfetti. Saygısız, terbiyesiz, görgüsüz, kaba vs diye hesap kesmek hem kolaydı hem de neredeyse zevk veren bir yanı vardı. İnsana ‘’Ben daha iyiyim’’ güveni aşılayan bir tür üstünlük hissi.
Peki bir de diğer bazıları yok muydu? Bir uçak yolculuğunda, koca ayağını öndeki koltuğun koluna uzatan adamı hatırlıyorum mesela. Dirseğine yaslanmış ayaktan haliyle rahatsız olan yolcuya ‘’Nasıl oturacağımı sana mı soracağım!’’ diye efelenen o adamı. Acaba onun mazereti neydi? Onu da mı yanlış anlamışlardı?
Sinemada bağıra bağıra konuşanlar, sırada pişkin pişkin önünüze geçenler; selamınızı karşılıksız bırakan, sözünüzü kesen, hop diye senli benli olan, emir kipleriyle höt söt eden, ‘’lütfen’’ demeyi bilmeyenler… Hep bekleten, geç kalıp özür dilemeyen, insanlar ayakta kalmışken üç kişilik yere yayılan, kavga eder gibi konuşan, mizahtan tek anladığı eşek şakaları olan, rica, teşekkür, özür bilmeyen o bazıları…
‘’Kabalık, zayıf insanın ‘güçlü’ taklididir’’ demiş Edmund Burke.
Profesyonel hayattan sosyal hayata, siyaset dünyasından sosyal medyaya; ne kadar çok bağırıp çağırır, ne çok kabadayılığa soyunursa gücünü o ölçüde pekiştireceğine güvenenlerle çevrili değil miyiz? Özellikle iş hayatında, otorite kurmanın, kalp kırmaktan geçtiğini zanneden hoyrat ruhlara tahammül etmek zorunda kalmadık mı? Kaba sabalıklarıyla, girdiği her ortamı radyasyon bulutu gibi zehirleyenlere aşina olmayanımız mı var? Burke haklı; kasıtlı kabalık, kendi zayıflıklarını örtmek için sığınılan kof bir performans. Bir tür güç gösterisi.
Özellikle bir kabalık türü var ki, sözü edilen bu ‘’güç gösterisi’’ tanımına cuk oturuyor. O türü çoğumuz tanırız. Özel ilişkimizde, pek hoş ve nazik diye bildiğimiz kişinin, farklı bir ortamda hiç rastlamadığımız bambaşka bir haline tanık oluruz. Restoranda garsonla, takside şoförle, evinde çocuğunun bakıcısıyla konuşurken bir bakmışız o görgülü, bilgili, tatlıdilli arkadaşın içinden şeytan çıkmış! Yalnızca kendi sosyal sınıfından olanlara, yalnızca kendi benzerlerine karşı nazik davranan; geri kalan hiç kimseye saygı duymayan nezaket pozcuları… Sizi bilmem ama kabalıkta herkese eşit davrananlardan bile beterler sanki.
Nezaket ve kabalık üzerine okurken, sıklıkla karşıma çıkan şu oldu: İletişim becerilerimizi, büyük ölçüde büyüdüğümüz evde ediniyoruz. Herkesin birbirine sevecen ve nazik davrandığı bir evde yetişen çocukla; bağrış çağrış içinde büyüyen çocuğun benzer sosyal beceriler geliştirmesini beklemek nafile. Her sosyal ilişki, kendini kabul ettirme gayreti barındırıyor. Sesini duyurmak için bağırması, şahsiyet göstermek için agresif olması gerektiği öğretilen, kendini başka şekilde ifade etmeyi bilmeyen insandan nezaket beklemek ne kadar gerçekçi?
Kabalık Virüsü
Kabalığın en berbat yanlarından biri, nezle gibi bulaşıcı olması. Bunun belli başlı iki sebebi var. Bir davranış üslubuna ne kadar çok maruz kalırsak, o üslubu o kadar içselleştiriyoruz. Usul usul bilinçaltımıza işliyor ve bizim için ‘’normal’’ hale geliyor. Bu, bir. İkinci sebep ise şu: Kabalığın karşısında nezaketini koruyabilmek kolay değil. Bu yüzden de kabalık çoğu zaman daha fazla kabalık üretiyor. Bu durum özellikle insanların uzun saatler boyunca bir arada bulunmaya mecbur kaldığı ortamlarda kendini gösteriyor. Ofis hayatında, okul hayatında, spor takımlarında vs. Rastgele karşılaştığımız bir yabancının kaba sabalığı da keyfimizi kaçırır, canımızı sıkar ama bir yabancıdır neticede. Hayatımıza yüzeyden dokunup, çekip gitmiştir. Kabalıklarına tahammül etmek zorunda olduğumuz kişiler her gün suratını görmek zorunda olduklarımızsa, işin boyutu değişiyor. Geçen sene, Journal of Organizational Behaviour’da yayımlanan bir araştırma, iş yerinde maruz kalınan kabalığın, kronik stres ve depresyon sebebi olduğunu söylüyor. Özellikle otorite figürlerinin sergilediği agresyon, çalışanların iş verimini düşürmekle kalmıyor; ofis dışında, özel hayatlarında da derin mutsuzluklara yol açıyor.
Sosyal hayat, herkesin türlü roller üstlendiği ve performanslar sergilediği bir tiyatro sahnesine benziyor. Her performans ile bir izlenim bırakıyoruz. Nasıl bir izlenim bırakmak istediğimiz ise etkileşim içinde olduğumuz diğer aktörlere göre farklılık gösterebiliyor. Elbette bir çekirdek benliğimiz var ama herkesin karşısında aynı ‘’ben’’ değiliz. Bu yüzden de her zaman aynı rolü oynamıyoruz. Nezaket de performansın bir parçası. Herkese sunduğumuz nezaketin dozu aynı değil. Kimine cömert, kimine karşı şüpheci ve pintiyiz. Kimine gönül dolusu nazik davranıyoruz; kimine bilerek, isteyerek daha az nazik. Bazen yaptıklarımızla değil, yapmadıklarımızla kabalık ediyoruz. Kutlamayarak, dilemeyerek, dinlemeyerek, görmeyerek… Bir ilişkideki üslubumuzu bilgimiz ve görgümüzden çok şahsi duygularımız belirliyor. ‘’Kabalık’’ diyor bir psikolog, ‘’kimi zaman düşmanca hislerin bir göstergesidir.’’ Bazen insan doğrudan yüzleşmeye cesaret edemez ve içinin zehrini, irili ufaklı kabalıklarla boşaltmaya çabalar.
Tam da bunu düşünürken, neredeyse her zaman, her koşulda nazik kalabilen; kabalıkların, çiğliklerin, banalliklerin karşısında bile nezaketini koruyabilenlere gidiyor aklım. Karşısındakinden beklemeden ilk merhabayı dillendiren, kısacık bir rastlaşmada bile insana kendini değerli hissettiren, yol veren, hatır soran, rica-tebrik-teşekkür eden, hayatı incelten, en basitinden gününü güzelleştiren o değerli insanlar… Onların sırrı ne?
Kabalık, bir güç taklidi ise eğer, nezaket de gücün asli hali olmalı. Bir şeyin aslına sahipseniz, taklidine ihtiyaç duymazsınız çünkü.
Yazdan bu yana, sokakta insanların birbirine tebessüm ettiği, eskiden tanışıyormuş gibi selamlaştığı, neredeyse her rastlaşmanın mutluluk numunesi sayıldığı bir şehirde yaşıyorum. Altı aydan fazla oldu; insanların birbirine gösterdiği saygının ve nezaketin karşısında hâlâ ruh açıcı bir hayret duyuyorum. İsmini bilmediğim bir yabancı, bana kendimi iyi hissettirebiliyor mesela. Böyle bir tesiri var nezaketin. Küçük bir jest, içten bir tebessüm, özenli sade bir davranış ile hiç tanımadığınız, belki hayatta bir daha hiç karşılaşmayacağınız bir insanda iyilik hissi yaratma gücü…
Büyük çoğunluğun gelecek korkusuyla yaşadığı, sonu gelmez sorunlarla mücadele etmek zorunda kaldığı, her sabah evden savaşa gider gibi çıktığı bir toplumun nezaket çıtası ile temel sorunları çözümlenmiş, sosyal hakları güvence altına alınmış, değerli birer yurttaş olduğuna inanmış insanlardan oluşan toplumun nezaket çıtası elbette eşit değil.
Nezaket çıtası, mutluluk çıtası ile paralel. Nazikler çünkü mutlular.
Zihnimin karanlık odalarına dalıp, kendi kabalık hatıralarımı düşünüyorum. Sessiz vagonda olduğu gibi bilmeden, istemeden değil; bile isteye yaptığım kabalıkları… Lüzumsuz yere sesimi dikleştirdiğim, bir kaşım havada konuştuğum, sinik olmayı zekâ belirtisi sandığım halleri hatırlıyorum. Baştan savma teşekkürler, gecikmiş özürler, kaba saba imalar… Nazik olabilmek varken, olmamayı seçtiğim zamanlar. Tüm bu hatıralara eşlik eden ortak bir duygu var: mutsuzluk. Çevremdekilere en özensiz, en sorumsuz, en kaba davrandığım zamanlar; kendimi en mutsuz hissettiğim zamanlar olmuş. En mutsuz zamanlar da en güçsüz hissettiklerim. Başkalarına nasıl davrandığımız, o başkalarından çok daha fazla, kendimizle kurduğumuz ilişki ile alâkalı.
Sessiz vagondaki gürültücü kadını affettim. Yeterince mahcup oldu. Trendeki o sabahı utanç ve suçluluk hisleriyle değil, insanın kendi dışına çıkıp dünyadaki haline uzaktan bakabildiği o nadir tecrübelerden biri olarak hatırlamasına izin vereceğim. Anlayışlı bir tavır ve belki ince bir tebessüm eşliğinde… Çünkü aksi türlüsü kabalık olur.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.