Bir defasında Bodrum’un kavurucu sıcağında, Baby Oil ile güneşlendim. Üç-beş kez solaryuma girmişliğim var. Sırf üşendiğim için, geceler boyu makyajımı silmeden uyudum. Bir hevesle satın aldığım kremleri, tonikleri çekmece köşelerinde eskittim. Düşünüyorum da yirmili yaşlarım, cildimi hor görmekle geçmiş. Oysa ergenlik yıllarını bile dertsiz tasasız atlatmış biriyim. Neredeyse hiç sorun yaratmamış, beni hiç üzmemiş cildime layık olmayı öğrenmem yıllar sürdü.
Yirmiler epey geride kaldı. Çoktandır göğsümü ve omuzlarımı kaplayan çiller gibi, yüzümdeki çizgilerin de duygulardan çok güneşin bıraktığı izler olduğunu biliyorum. Bu yaşımda hayretle fark ediyorum: Cildimin hikâyesi, önemli ölçüde güneşle kurduğum ilişkinin hikâyesi. Sonunu düşünmeden sere serpe yaşanmış, geriye epey pişmanlık bırakmış bir ilişki…

Cilt, ten, deri… Üç kelimenin de sözlük anlamı aynı: vücudun dış yüzeyi. Oysa kullanım biçimleri, çoğu zaman tam da aynı şeyi anlatmadıklarını gösteriyor. Mesela esmerlik – beyazlık üzerinden bir tanım yaparken ‘’beyaz tenli’ diyoruz ama ”beyaz derili” dediğimizde, derinin rengiyle beraber ‘’ırksal’’ bir durum da ifade edilmiş oluyor.
‘’Deri’’ sözcüğü, bir yandan ırk kavramı gibi bilimsel doğruluğu tartışmaya açık, sosyal ve kültürel soyut bir olguyu nitelemek için kullanılıyor ama bir yandan da üç sözcük içinde en somut anlamlara karşılık düşen o. ‘’Deri hastalıkları’’ diyoruz mesela. ”Cilt hastalıkları’’na da aşinayız ama ‘’ten hastalıkları’’ diyen yok.
Benzer şekilde ‘’cilt bakımı’’ yaptırıyoruz, deri bakımı değil. Ten bakımı hiç değil. ‘’Deri’’ ne kadar tıbbi ise ‘’cilt’’ de o kadar kozmetik. Ten ise çoğu kez hem deriden hem ciltten ayrı duruyor. ‘’Vücudun dış yüzeyi’’ tanımını aşıp daha derine işleyen; bir duyudan çok duygu çağrışımı uyandıran bir kavram, ten. ‘’Tensel zevkler’’ duyuyoruz mesela ya da korkudan ‘’tenimiz ürperiyor’’.
Duygular bazen birer renk olup derimizde beliriyor. Utanınca kulaklarımıza kadar kızarıyoruz, korkudan betimiz benzimiz sararıyor. Bazen öyle öfkeleniyoruz ki ateş basıyor. Lafın gelişi değil, duygunun şiddetiyle gerçekten ısınıyor derimiz. Avuçlarımız terliyor. Elimiz ayağımız buz kesiyor. Tüylerimiz diken diken oluyor. Duygu dünyamızda olup bitenler, bedenimizi dünyadan ayıran derimizin üzerinde görünür, hissedilir hale geliyor. Bir yandan onun üzerinden dünyaya mesajlar veriyoruz, bir yandan da dünyaya onunla temas ediyor, onun aracılığıyla bilgi topluyoruz. Sıcağı soğuğu, zevki acıyı; alnımızı kaşındıran tek bir saç telinden omzumuza konan kelebeğe, yüzümüzü ısıran rüzgârdan saç diplerimizi gevşeten güneşe, dünyayı onunla tecrübe ediyoruz.
Bizi birbirimizden ayıran, her birimizi eşsiz kılan, hem genetik mirasımız hem hayat tecrübelerimiz. Yalnızca bize ait ve benzersiz olan parmak izimizde olduğu gibi… Parmak uçlarımızın derisi, biz dünyayla buluşmadan çok önce, ta anne karnında şekillenmeye koyuluyor. Dokunmaya, ana rahminde başlıyoruz. Bu yüzden herkesin parmak izi birbirinden farklı; tek yumurta ikizlerinin bile.
Kısaca Deri
Vücudun en büyük organı, deri. Ortalama ölçülere sahip bir insanın derisi, halı gibi açılıp yayılacak olsa, iki metrekare alan kaplıyor. Yalnızca en büyük değil, aynı zamanda en ağır organ. Mesela yetmiş kiloluk bir insanın derisi yaklaşık on kilo çekiyor.

Dünya ile aramızdaki koruyucu bariyer o. Yıkanabilir, esnek, kendini onarma, hatta kendini baştan yenileme becerisine sahip. Yaklaşık dört haftada bir, deri değiştiriyoruz. Bu değişimi gözle görmek için etrafımıza bakmamız yeterli. Masanın sehpanın üzerinde, kitaplık raflarında, bilgisayar klavyesinde, kıyıda köşede biriken tozun çoğu biziz. ‘’Ev tozu’’ dediğimiz şey büyük oranda, durmaksızın döktüğümüz deri parçacıkları. Gittiğimiz her yerde, pul pul dökülen derimizden izler bırakıyor, bir bakıma yaşarken toza dönüşüyoruz.
Derinin kalınlığı, vücudun farklı anatomik bölgelerine göre değişiyor. En ince olduğu yer göz kapakları. Burada yarım milim bile değil. En kalın olduğu bölgeler ise ortalama dört-beş milimle, ayak tabanları ve avuç içleri.
Derinin en üst tabakasının adı ‘’epidermis’’. Antik Yunanca’da epi ‘’üzerinde’’, dermis ‘’deri’’ anlamına geliyor. Epidermis, deriyi oluşturan üç tabakanın en incesi ama göründüğünden daha dayanıklı. Onu dayanıklı kılan, ismi hiç yabancı gelmeyen bir madde: keratin. Epidermisin büyük kısmı, keratin üreten hücrelerden oluşuyor. Keratin sözcüğünün kökeni de Antik Yunanca ve anlamı ‘’boynuz’’. Neden derseniz; hayvanların boynuzlarını oluşturan başlıca madde, keratin. Yalnızca boynuzlara değil; toynaklar, pençeler, gagalar ve kuş tüyleri gibi çeşitli dokulara sertlik veren bir protein türü bu. İnsan vücudunda ise derinin yanı sıra tırnaklarda ve saçlarda bulunuyor. Şampuanlara ve ojelere keratin katılmasının sebebi bu; saç tellerini ve tırnakları sağlamlaştırmak için.
Keratin üreten hücreler, epidermisin en alt tabakasında oluşuyor. Bu hücreler üç-dört haftalık bir süreçte yapılarını değiştirerek derinin üst kısmına doğru yol almaya başlıyor ve keratinle dolu birer ölü olarak yüzeye ulaşıyorlar. Kısacası derimizin en dış kısmı tümüyle ölü hücrelerden meydana geliyor.
Epidermis ile yağ dokusundan oluşan deri altının arasında ise ‘’dermis’’ adı verilen orta tabaka yer alıyor. Kan ve lenf damarları, sinir bağları, kıl kökleri, ter ve yağ bezleri ile duyu hücrelerinin bulunduğu yer burası. Bir başka özelliği daha var. Dermis tabakasının neredeyse yüzde seksenini oluşturan madde, cilde sıkılığını, esnekliğini ve nem tutma kapasitesini veren kolajen. Keratin gibi bir başka yapısal protein, kolajen. Hem yaşla hem çevresel unsurlara bağlı olarak git gide azalıyor. Zamanın ve güneşin bıraktığı izler, kırışıklıklar mesela, cildin dermis tabakasında oluşuyor.
Ten Renginin Hikâyesi
Uzayın akla hayale sığmaz sonsuzluğunu, yıldızları, gezegenleri, karadelikleri, meteor yağmurlarını düşündüğümde içimi ürperten duyguların çok benzerini Dünya’nın geçmişini hayal ettiğimde hissediyorum. Dünya’nın milyonlarca yıl önceki halini, ilk insanları, Lucy’yi…

Genç bir kadınmış Lucy. Boyu en fazla bir metre, otuz kilo var ya da yok. Kabile arkadaşlarının çoğu muhtemelen hayvanlara yem olmuş. Lucy’nin ise ormandaki yüksek bir ağacın tepesinden düştüğü tahmin ediliyor. Düşüp oracıkta ölmüş. Sonra aradan yıllar, asırlar, çağlar geçmiş. En az üç milyon yıl… 24 Kasım 1974’te, Etiyopya’da çalışan iki paleoantropoloji uzmanı, Donald Johnson ve Tom Gray, uzun bir günün ardından kampa dönmeye hazırlanırken, ağaçların gölgesinde, sessiz sedasız akan sığ bir derenin kıyısında, bir kemik fosiline rastlamışlar. Onları selamlamak ister gibi uzanmış duran bir hominin kemiğiymiş bu. İnsan soyunun en eski atalarından birine ait bir kol kemiği.
Lucy’nin keşfi, bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Onu bu denli önemli kılan, iskeletin neredeyse yarısının eksiksiz halde bulunmuş olması. Hem de insanlık tarihinin en eski kalıntılarına sahip coğrafyasında, ‘’insanlığın doğduğu yer’’ diye anılan Etiyopya’nın Afar bölgesinde.
Johnson ve Gray, tarihi keşfi kutlarken, gece boyunca Beatles şarkıları dinlemişler. En çok da Lucy In the Sky With Diamonds‘ı. En eski, en meşhur atamızın aldığı isim bu yüzden Lucy.
Lucy’den geriye kalanlar, önemli sorulara cevaplar sağlamış. Lucy’nin iskelet yapısı, eski insanların üç milyon yıldan çok daha önce iki ayak üzerinde yürümeye başladığına işaret ediyor. İki ayak üzerinde yürümek, insan olmayı tanımlayan en belirgin fiziksel niteliklerden biri ve Evrim tarihinde belirleyici sonuçları var. Aletler yapıp kullanmaktan, el işaretleriyle iletişim kurmaya kadar insan soyunun gelişimini sağlayan birtakım temel beceriler, insanların ayağa kalkması ve böylece ellerin serbest kalmasıyla mümkün olmuş. Bunlar bir yana, iki ayak üzerine kalkmanın belki de en şaşırtıcı sonuçlarından biri, insan derisinin hikâyesini de değiştirmiş olması.

En eski atalarımızın bedenleri kürkle kaplıymış. Türlü iklimsel dalgalanmalar sebebiyle, hayat serin ve gölgeli ormanların sınırlarını aşıp, kızgın Afrika güneşi altında uzanan geniş çayırlara, savanalara yayıldığında, insan vücudunda önemli bir evrimsel değişim gerçekleşmiş.
Yiyecek ve su bulabilmek için savanada uzun mesafeler kat etmek zorundaymış, insanlar. Özellikle de hayvanların en hareketsiz, en uyuşuk halde olduğu gündüz saatlerinin sıcağında yürüyerek, koşarak avlanırken. İki ayak üzerinde olmanın avantajlarından biri, vücudun daha az kısmının güneşe maruz kalması olmuş. Yine de kalın bir kürkle kaplıyken sıcakta hareket edebilmek hiç kolay olmasa gerek. Evrim’in özünü oluşturan başlıca niteliklerden biri, türlerin çevresel ihtiyaçlara uygun özellikler kazanması. Yeni koşullara adapte olabilmek için insan vücudunda gerçekleşen bu değişim gibi. Zaman içinde, güneşten korunabilsin diye vücudun yalnızca tepesi ‘’kürklü’’ kalmış. Daha kolay serinleyebilmek içinse kürkün geri kalanı neredeyse tamamen dökülmüş. Böylece insan derisi, güneşle buluşmuş.
Tüysüzleşmeyle aynı dönemde belirdiği düşünülen bir başka fiziksel özellik daha var: ter bezleri. Deri yüzeyinden su kaybederek serinleyebilen tek memeli türü, insan. Her birimizin vücudunda, ortalama üç milyon ter bezi bulunuyor. Güneş altında var olmayı başarmanın bir başka sonucu da bu.
Güneş, yıl boyunca yakıp kavuran Ekvator güneşi. Uzun süre maruz kalındığında hücre yapısını hasara uğratan yoğun ultraviyole ışınlarıyla yüklü. Güneşin bu yıkıcı etkisine karşı korunabilmek için, eski insanların derisi bolca melanin üretmeye koyulmuş ve git gide koyulaşmış. Derinin yanı sıra saç ve göz rengini de belirleyen bir tür biyolojik pigment, melanin. Temel işlevi, ultraviyole ışınlarını bloke etmek. Deride melanin yoğunluğu ne kadar fazlaysa, rengi de o kadar koyu oluyor ve UV ışınlarına karşı korunaklı hale geliyor. Kısacası insanları güneşten koruyan ve hayatta kalmalarını sağlayan, melanin zırhıyla kaplı koyu derileri olmuş. Ta ki Ekvator Afrika’sından ayrılıp, kuzeye ve güneye doğru, yüksek enlemlere göç etmeye başlayıncaya dek…
Farklı enlemler demek, farklı yoğunlukta gün ışığı demek. Ekvatordan ne kadar uzaklaşırsak, gün ışığı yoğunluğu o ölçüde azalıyor. Bir başka deyişle gün ışığının yani ultraviyole ışınlarının yoğunluğunu belirleyen unsur, coğrafi konum. İnsanlar, göçlerle dünyanın farklı coğrafyalarına dağılıp, daha az gün ışığı alan yüksek enlemlerde yaşayamaya başlayınca, yeni koşullarla birlikte yeni bir ihtiyaç baş göstermiş: D vitamini.
Güneş Vitamini
D vitamini aslında bir vitamin değil; teknik olarak bir hormon. Vücudun fotosentezi çağrıştıran bir beceriyle üretebildiği, hayati öneme sahip bir kimyasal. Deri, güneşle buluştuğunda ortaya çıkan kimyasal bir reaksiyonun sonucu. Vücudun D vitamini üretebilmesi için mutlaka güneşe ihtiyacı var. Güneş ışınlarının deriye nüfuz edebilmesi ise deriye rengini veren melanin miktarına bağlı. Derideki melanin yoğunluğu ne kadar yüksekse, yani derinin rengi ne kadar koyuysa, ultraviyole ışınları o kadar az nüfuz edebiliyor. İnsanlar Ekvator’dan uzaklaşıp yüksek enlemlerde yaşamaya başlayınca, melanin zengini koyu derileri yeteri kadar D vitamini üretmelerini engellemiş. Bu sorun, yeni bir evrimsel sürecin kapısını aralamış. Düşük yoğunluklu gün ışığı deriye mümkün olduğunca nüfuz edebilsin diye, zaman içinde melanin miktarı azalmış ve derinin rengi açılmış. Ultraviyole ışınlarının coğrafi dağılımına bağlı olarak farklı renk tonları çıkmış ortaya. Kısacası beyaz ten, vücudun daha fazla D vitamini üretebilmesi için oluşan evrimsel bir sonuç.
Evrimleşme çok yavaş gelişen bir olgu. Öyle ki kalıcı bir değişimin ortaya çıkması onbinlerce hatta yüzbinlerce yıl sürüyor. İnsanların nesiller boyu aynı coğrafyada yaşadığı ya da yavaş yer değiştirdiği zamanlarla bugünün dünyası çok farklı. Modern yaşam, hız ve hareket demek. Bugün milyonlarca insan, derilerinin melanin yapısına uyum göstermeyen coğrafi koşullarda hayatlarını sürdürüyor. Avrupa’da ve Amerika’da, D vitamini eksikliğinin en çok siyah nüfusta görülmesi bu yüzden ama bu kadarla sınırlı değil.
D vitamininin temel görevi, vücudun kalsiyum ve fosfor emilimini sağlamak. Bu yüzden kemik ve diş sağlığı açısından hayati öneme sahip. D vitamini eksikliği denince akla gelen ilk hastalık, çocukluk çağında ortaya çıkan bir kemik hastalığı olan raşitizm. Ta Antik Çağ’da bile izine rastlanan çok eski bir hastalık bu. Yakın tarihte bir salgın haline gelişi ise gün ışığını bloke eden yoğun hava kirliliği altında, omuz omuza inşa edilmiş loş evlerde yaşamaya, ışıksız fabrikalarda çalışmaya mahkûm milyonlarca insanı etkilediği Sanayi Devrimi yılları.

O yılların koşulları tamamen kaybolmuş değil. Bugün halen hayatımızın büyük kısmı kapalı mekânlarda geçiyor. Çoğumuz şehirlerde yaşıyoruz. Şehir hayatı ise güneşi kesen hava kirliliği ve yüksek binalar demek. Tarım ve endüstri toplumlarına dönüştüğümüzden beri, avcı-toplayıcı atalarımızın D vitamini zengini yaşama ve beslenme alışkanlıkları da yok olup gitti. Ekvatorda evrimleşmiş bir canlı türü olarak, ihtiyaç duyduğumuz gün ışığının çok azıyla yetinmeye zorlanıyoruz. Sonuç, dünya nüfusunun en az yarısını etkilediği düşünülen küresel bir salgın: D vitamini eksikliği.
D vitamini eksikliği ile bağlantılı hastalıklar listesi, kalp sağlığından kansere, MS’ten diyabete hatta depresyona kadar uzayıp gidiyor. Son zamanlarda tüm bunlara yeni bir başlık daha eklendi: Covid – 19.
Corona virüs halen gizemini korumakla birlikte, art arda çıkan haberler, D vitamini eksikliği olan kişilerde hastalığın daha ağır seyrettiğine hatta ölüm riskini arttırdığına dikkat çekiyor. D vitamininin bağışıklık sistemini güçlendirdiği bilinen bir gerçek. Hatta o kadar eski bir bilgi ki bu, D vitamininin ne olduğu bilinmezken kullanılan tedavi yöntemlerinde bile karşımıza çıkıyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, tüberküloz. Antibiyotikler keşfedilmeden çok önce, sanatoryumlarda tedavi gören tüberküloz yani verem hastalarına iki şey telkin edilirmiş: bol güneş ve balık yağı. Güneşin faydası malum. Balık yağı ise D vitaminine sahip az sayıda besin kaynağından biri; özellikle morina balığının karaciğerinden elde edilen cod liver oil.
D vitamini ile akciğer fonksiyonu arasında bir ilişki olduğunu ortaya koyan çok sayıda araştırma var. D vitamini eksikliği olanların grip, nezle, astım gibi üst solunum yollarını etkileyen hastalıklara kat be kat fazla yakalandığı belirlenmiş. Mevsimsel gribin, gün ışığından mahrum kaldığımız sonbahar ve kış aylarında yayılması da ayrıca dikkate değer. Kısacası, D vitamini düzeyi göz ardı edilmeyecek kadar önemli bir konu. Özellikle kas ve kemik ağrıları, kronik yorgunluk ve depresyon gibi şikâyetleri olanların D vitamini testi yaptırmaları öneriliyor.
Bir başka öneri ise mümkünse her gün fırsat yaratıp güneşe çıkmak. Vücudumuz çok akıllı bir mekanizma. Aşırı dozda D vitamini takviyesi, D vitamini zehirlenmesine yol açabiliyor mesela ama çok fazla güneşe maruz kalmanın böyle bir tehlikesi yok. Sakın yanlış anlaşılmasın! Güneşe çok fazla maruz kalmanın, başta deri kanseri olmak üzere birçok tehlikesi var. Ölümcül tehlikeleri var. Bu yüzden güvenli dozu bulmak çok mühim.
Peki ne yapmak gerekiyor? Önerilen şu: Yıl boyunca ve özellikle ilkbahar – yaz aylarında, haftada en az üç-dört kez, on beş – yirmi dakika güneşlenmek. Ne zaman? Gün ortasında. Sabahın erken saatleri de güneşin alçalmaya başladığı akşamüstü saatleri de fayda sağlamıyor. Uzmanlar bir ‘’gölge kuralı’’ndan söz ediyorlar. Güneş altında gölgemiz, boyumuzdan kısaysa eğer zamanlama doğru.
Vücudun yeterli miktarda D vitamini üretebilmesi için önemli bir kriter daha var: Güneşin deriye doğrudan temas etmesi gerekiyor. Arada ne cam pencere olacak ne giysiler. Plajdaymış gibi soyunup dökünmek şart değil ama vücudun en az yüzde onu, çıplak halde güneşe açık olmalı.
Hayatın Güneşi
Eski insanlar Güneş’e taparlarmış. Onları en çok korkutan doğa olaylarından birinin Güneş tutulması olması bu yüzden. Güneş ansızın kararıp bir hayalete dönüştüğünde, gündüzü gece yapan o tuhaf loşluk, sarsıcı bir dehşet yaratırmış. Güneş ya kaybolursa diye… Çünkü Güneş yoksa, hayat yok.
İnsanlığın en eski hikâyesi, Güneş.
Eskiyi en çok kokularla hatırlayan zihnimde, Güneş’in de bir kokusu var. Damağımda deniz tadı, güneş yağının parfümü, geç bir yaz saatinin altın serpintili ışığı. Tenime dost bir güneşin mutlu kokusu, mutlu hatırası.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.