Gençlik Eski Bir Sevgili

Üniversite sonrasının büyüme sancılarını hatırlamayan var mıdır? Mezun olmuşsundur ve kendini bildin bileli kuşandığın ‘’öğrenci’’ kimliğine veda etme zamanı gelmiştir. Öğrencilikle birlikte çocukluğunla da vedalaşırsın. O güne dek bir sır gibi merak ettiğin yetişkinler dünyasına aitsindir artık. Gelecek, sonsuz olasılıklara açılan aydınlık bir denize benzer.

Ya da irili ufaklı fırtınalara açık, karanlık bir denize…

Hayata atılmışsındır; evet ama kim olduğuna, ne yapmak istediğine ilişkin fikrin azdır. Kendine dair sonu gelmez sorulara cevaplar ararken bir şeyler dener, vakit kazanmaya çalışırsın. Acilen seni tanımlayacak yeni bir kimliğe ihtiyacın vardır. Bu kimi zaman yanlış bir iş olur, kimi zaman lüzumsuz bir macera, bazen de lüzumsuz bir sevgili… Gençliğin heyecanları, gelecek korkusuyla iç içedir. Öyle ki kimlik bunalımının kaçınılmaz bir sonucu olarak, en mutlu anlar bile inceden bir yalnızlık halesiyle gölgelenir. ‘’Gerçek hayat’’ denen yeni topraklarda, tek başına hissedersin. Yaşıtlarının çoğu da muhtemelen seninle aynı durumdadır ama baktığın yerden öyle görünmez. Aksine senden başka herkesin bildiği bir mutluluk formülü varmış gibi gelir. Anasının karnından ne istediğini bilerek doğmuş ve hiç yanılmamış bir avuç insan dışında çoğunluğun seninle benzer sıkıntılarla boğuştuğundan henüz habersizsindir. Bir de ‘’mutluluk’’ denen şeyin özellikle sosyal ilişkilerde ve özellikle kriz dönemlerinde, sıklıkla sergilenen bir tür performans olduğundan…

Gençlik, bir kriz dönemi. Tüm uçucu güzelliklerine, hafifliklerine rağmen zaman zaman insanı ezecek kadar ağırlaşan, zor bir dönem. Hayatta bizi şekillendiren her dönem gibi derin izler bırakıyor. Ben üniversiteden mezun olalı uzun yıllar oldu ama taşıdığım bu izler yüzünden belki de; hem edebiyatta hem sinemada, büyümek ve gençlik üzerine olan hikâyelere zaafım var.
Anna Pitoniak’ın ilk romanı The Futures da bir büyüme hikâyesi. Kanada’nın ücra bir kasabasında, esnaf bir anne-babanın çocuğu olarak yetişmiş Evan ile eğitimli ve varlıklı bir ailenin kızı olan Boston’lu Julia’nın… Yale’da öğrenciyken tanışıp âşık olurlar. Mezun olduktan sonra New York’a yerleşip birlikte yaşamaya başlarlar. Evan, Wall Street’te iyi bir iş bulmuştur ve geleceğe dair mutlu heyecanlarla doludur. Julia ise tam tersi… Bir sanat vakfında, sevimsiz bir asistanlık işine talim eder. Kafası karışıktır. Hayata dair taşıdığı tereddütler, Evan’la olan ilişkisine de bulaşır. Kim olmak istediğinden emin değilken, kiminle olmak istediğini doğru bilmek mümkün müdür? Yale’den tanıdığı ve Evan’a hiç benzemeyen Adam’la yolları kesişince Julia için kriz derinleşir.

Kitap boyunca farklı duygular uyandıran karakterleri seviyorum. Önce uzak, hatta sevimsiz bulduğum bir karaktere, hikâyenin farklı bir virajında yakınlık ve şefkat duyabilirim. Bu durum o karakteri gözümde hakiki kılıyor. Evan ve Julia için de benzer şeyler hissettim. Kendi ilk gençliğimi düşünmek gibiydi. Bazı hallerimi ‘’Ben ne halt etmeye çalışmışım?’’ diye hatırlıyorum. Bazılarını aklıma getirdiğimde eski halime duyduğum sevgiden boğazım düğümleniyor.

Kitabı bitirdiğim günün akşamı, tesadüfen gençlik meselesine ilişkin bir film izledim: While We’re Young. Çok sevdiğim yönetmen Noah Baumbach’ın, çok sevdiğim Ben Stiller ve Naomi Watts’lı hüzünlü komedisi. Bir tür aşk hikâyesi, While We’re Young. Kırklı yaşlarda bir çiftin, yeni tanıştıkları yirmili yaşlarda bir çifte, onların gelecek hissiyle dolu hayatına duyduğu umutsuz aşkın hikâyesi… Onları izlerken, bir yandan da Evan ve Julia aklımdaydı. Günün birinde gençliklerini nasıl hatırlayacaklarını düşündüm. Sıkıntı ve pişmanlıkla mı; yoksa sevecen ve romantik hislerle mi? Tahminim ikincisi. Çünkü Baumbach’ın filminde de olduğu gibi, artık genç olmayanlar için gençlik, bir türlü kavuşulamayan ve bu yüzden de hiç unutulamayan bir sevgili.