Yaşayan Efsaneler

Hayatınızda güvendiğiniz, danıştığınız bir akıl hocası var mı? Yunan mitolojisinin efsanevi kahramanı Odysseus, oğlunu tam da böyle birine emanet etmişti. Çocuğunu eğitmesi ve hayata hazırlaması için yardımını istediği o güvenilir dostun ismi Mentor’du.

Big Bang Teorisi ilk defa zikredilmeden neredeyse iki bin yıl önce; Antik Yunan filozofları, Evren’in başlangıcını ‘’dağınık karmaşa’’ anlamına gelen bir sözcükle tanımladılar: kaos.

Olimpos’ta, tanrıların içtiği kutsal suyun ismi neydi? Nektar.

Avcılık ve Vahşi Doğa Tanrısı Pan, orman perilerini baştan çıkarmak için dağ tepe dolaşırdı ama nafile! Yarı insan-yarı keçi vücuduyla, güzel perilere cazip görünmez; her defasında reddedilirdi. Arzularını doyuramamanın hiddetiyle öyle korkutucu naralar atardı ki periler ‘’panik’’ olurdu.

Tanrıça Hera, boşboğazlık ettiği için bir dağ perisini cezalandırmıştı. Kendi cümlelerini kurma becerisini sonsuza dek yitiren peri, yalnızca başkalarının söylediklerini tekrarlamaya mahkûmdu artık. Talihsiz perinin ismi Echo’ydu.

Yazıdan, edebiyattan, dinlerden önce; felsefeden, psikolojiden, bilimden çok önce mitler vardı. Her mit, bir hikâyeyle başladı. İnsanlar birbirleriyle bağ kurmak, hayatı ve varoluşu kavramak, doğruyu yanlışı sorgulamak için; bazen de kendilerini eğlendirmek maksadıyla hikâyeler yarattılar. Bu hikâyeler ağızdan ağıza dolaştı, defalarca tekrarlandı ve her tekrarda değişti. İnsan zihninin doğal işleyiş biçimiydi bu. Bizi etkileyen şeyleri hatırlar; vasatlıkları filtreler, unuturuz. Hikâyeyi zihnimizde kesip biçer, seçtiğimiz yanları öne çıkarıp belki bir parça da abartarak süsler, aslından başka bir hikâyeye çeviririz. Ta ki kıvama gelene dek… İşte bazı hikâyeler, böyle böyle mitleşti.

İnsanlık tarihi, mitler ve efsaneler tarihi.

homo sapiens kitapSon yılların en popüler bilim kitaplarından biri olan Hayvanlardan Tanrılara Sapiens’te, yazar Yuval Noah Harari ‘’Dinlerden devletlere, tüm geniş çaplı insan işbirlikleri, insanların kolektif hayalgücünde yaşattıkları ortak mitler etrafında şekillenmiştir’’ diyor. Öyle ki hayatta kalabilme ve besin piramidinin en üstüne yerleşme başarımızı, büyük ölçüde hikâye uydurma becerimize, mitlere ve mitlerin yarattığı sosyal ağa borçluyuz. İşte bu yüzden mitoloji, binlerce yıl sonra bile düşünme ve yaratma biçimimiz üzerinde etki sahibi. Özellikle de Antik Yunan mitolojisi. Felsefi düşüncenin, matematiğin, demokrasinin, mimarinin, tiyatronun, resim ve heykel sanatlarının, Olimpiyat Oyunları’nın, kütüphanenin doğduğu yer… Hatta tarihin babası Herodot’la birlikte, tarihin doğduğu yer Antik Yunan.

Çağlar sonra bile dağarcığımız, Antik Yunan’dan yadigâr sözcükler ve kavramlarla yüklü. Bir de deyimlerle… Konuşurken ya da yazarken, bir durumu daha iyi ifade edebilmek için, ta iki bin yıl önce anlatılmış bir hikâyeyi hatırlıyoruz. Müthiş değil mi bu? İnsanlık denen o büyük varlığın bir parçası olduğumuzu bize bir kez daha anımsatan, zamanı genişleten bir yanı yok mu?

Bu dünyadan çok uzun zaman önce geçip gittiler ama dilimizde yaşayamaya devam ediyorlar. İşte bu Antik Çağ kahramanlarından bazıları…

Damokles’in Kılıcı

Doğrusu ‘’Demokles’in kılıcı’’ değil miydi? Ben de öyle sanıyordum ama hayır, değilmiş çünkü adamın ismi Damokles. Türkçeye neden ‘’Demokles’’ diye geçmiş; sebebini öğrenemedim. A’nın e’ye dönüşmesini gerektiren bir durum yok. Sword of Damocles, L’epee de Damocles, Damoklesschwert, Espada de Damocles… Hangi dile baksak, a ile ‘’Damokles’’.

Peki kimdir bu Damokles?

damoklesBir zamanlar Sicilya’da, kudretli ve zorba bir kral yaşarmış: Siraküza Kralı Dionysos. Güçlü olmasına güçlüymüş ama suikast korkusuyla hayatı kâbusa dönmüş, Dionysos’un. Öyle bir paranoya halindeymiş ki sakalını bile yalnızca kızlarının kesmesine izin veriyormuş. Hikâyemizin kahramanı Damokles ise işi krala dalkavukluk etmek olan saray hizmetkârlarından biriymiş. Bir saray soytarısı. Bir yandan iltifatlarla Kral’a yaltaklanırken bir yandan da bastıramadığı bir hınçla  ‘’Ne muhteşem bir hayatınız var! Siz dünyanın en şanslı adamısınız!’’ diye söylenip dururmuş. ‘’Madem kusursuz bir hayatım olduğunu düşünüyorsun, o hayatın tadına bakmak ister misin?’’ diye sormuş bir gün Kral ve Damokles’i, kral muamelesi göreceği şatafatlı bir ziyafete davet etmiş. Damokles, şölen sofrasında başköşeye, Dionysos’un kendisi için hazırlattığı altın tahta kurulmuş. Tam da kral fantezisinin keyfini sürmeye hazırlanıyormuş ki başının üzerinde usul usul bir şeyin sallandığını fark etmiş: tek bir at kılıyla tavana bağlı, heybetli ve keskin bir kılıç. Tepesinde sallanıp duran tehlikenin tehdidiyle öyle huzursuz olmuş, öyle korkmuş ki bir lokmanın tadına varamadan sofradan kalkıp kaçmış. Yalnızca sofradan değil; güç ve kudretten de…

Bilindiği kadarıyla hikâyenin ilk anlatıcısı, Dionysos ve Damokles’ten asırlar sonra yaşamış olan Antik Roma filozofu Cicero. Cicero’dan asırlar sonra yaşamış olan John F. Kennedy ise 1961’de yaptığı tarihi konuşmayla ‘’Damokles’in kılıcı’’nı yeniden hatırlatmış. Soğuk Savaş’ın ölümcül tehdidini ‘’Artık hepimiz Damokles’in nükleer kılıcı altında yaşıyoruz’’ diye ifade etmiş Kennedy.

‘’Damokles’in kılıcı’’, en yalın haliyle ‘’tehdit’’ duygusunu anlatıyor ama çoğu zaman politik güç sahibi olanlara ilişkin kullanılan bir tabir. Güç sahibi olmak, korku sahibi olmak demek ve ne kadar güçlüysen, aslında o kadar çok korkuyorsun. Tepende bir kılıç sallanıp duruyor. Her an kopup düşebilecek bir kılıç… Çok güçlü olanların, çok korktuğunu bilmek: İnsana bir nebze teselli veren bir yanı yok mu bunun?

Pandora’nın Kutusu

Pandora’nın hikâyesini az çok biliyordum ama meğer bilmediğim kritik bir şey varmış: Antik Yunan mitolojisinde Pandora, Zeus’un yarattığı ilk kadın. Peki Zeus hangi sebeple yaratmış kadını? Buyurun bakalım: Dünyayı cezalandırmak için!

pandoraHikâyeye göre, başlangıçta dünya, cennet gibi bir yermiş. Her yer çiçeklerle bezeliymiş; nehirlerden süt ve bal akarmış ve işte o mutlu dünyada, mutlu ve huzurlu erkekler yaşarmış. Ta ki Ateş Tanrısı Prometheus, erkeklere ateşi hediye edip Zeus’u çileden çıkarıncaya dek… Sıradan ölümlülerin, ateşin gücüne sahip olmasına tahammül edememiş Zeus ve dünyayı başlarına yıkmak için gizli bir plan yapmış. Güzeller güzeli Pandora’yı yaratmış önce. Sonra kadına gösterişli bir kutu hediye etmiş ve ‘’Bunu sakın açma’’ diye tembihlemiş, içinden kıs kıs gülerek. Pandora’nın çok geçmeden merakına yenilip kutuyu açacağını biliyormuş çünkü. Çünkü o bir kadın!

Pandora, beklendiği gibi, dayanamayıp merakla kutunun kapağını kaldırmış ve tekrar kapamaya fırsat bulamadan türlü türlü felaket dünyaya dağılıvermiş. Açlık, hastalık, yaşlılık, şiddet, savaş, keder ve ölüm… Dünya, eski dünya değilmiş artık.

‘’Pandora’nın Kutusu’’, beklenmedik sorunlara, zorluklara hatta felaketlere yol açacak bir durumu tanımlamak için kullanılıyor. Bazen tek bir soru sorarsınız mesela ve Pandora’nın Kutusu açılıverir; duymak, görmek istemediğiniz problemlerle karşı karşıya gelirsiniz. Ya da iyi niyetli bir davranış, tahminlerin ötesinde öyle dertler getirir ki kutuyu açtığınıza bin pişman olursunuz.

Tabirin kendisi bir yana, esas dikkat çekici olan bazı hikâyelerin fi tarihinden beri değişmemiş olması. Dışı güzel, içi uğursuz kadınların hikâyeleri bunlar. Âdem’e Yasak Meyve’yi yediren ve Cennet’ten kovulmasına sebep olan o ilk hikâyedeki Havva gibi; fazla meraklı, fazla iradesiz ve dolayısıyla güvenilmez kadınlar. Erkekler için bir ceza olan kadınlar! Çağlar boyunca hep aynı hikâye, aynı terane…

Midas Dokunuşu

Antik Çağ efsanelerinin en namlı kahramanlarından biri Kral Midas. Hem sihirli dokunuşuyla ünlü hem ‘’eşek kulakları’’ ile… Çok zengin, çok güçlü ama lakabı ‘’Budala Kral’’. Sahip olduğu onca servete ve nüfuza rağmen hep bir parça noksan, hep alay konusu. Neredeyse bir tür Donald Trump.

midas resimŞaşaalı sarayının, uçsuz bucaksız bahçesinde bir akşam gezintiye çıkar, Kral Midas. Bahçenin ormana açıldığı ağaçlıklara yaklaşınca, bir kuytuda adamın birinin uyuduğunu fark eder. Meşhur Silenus’tur bu. Şarap Tanrısı Dionysus’un en yakın dostu. Silenus, yarı insan-yarı keçi vücudu, şiş göbeği, kel kafası ve dut gibi sarhoş haliyle Kral’ın bahçesinde sızıp kalmıştır. Midas, adamın saraya taşınmasını emreder ve ayılıp toparlanıncaya kadar ona göz kulak olur. Koskoca Tanrı Dionysus bu; Midas’ın, dostuna gösterdiği yakınlığı karşılıksız bırakır mı? ‘’Dile benden ne dilersen!’’ deyiverir. Peki onca para pul, onca mal mülk sahibi Midas ne yapar? Daha fazlasını ister! ‘’Dokunduğum her şey altın olsun; dileğim budur!’’

Dionysus, ‘’İyi düşün’’ diye uyarır Kral’ı. ‘’Bu hiç akıllıca olmayabilir.’’

Ama açgözlülük böyledir işte; aklın önünde gider.

Midas ısrar edince, Dionysus ‘’Ne halin varsa gör’’ deyip dileğini gerçekleştirir. Bundan böyle Midas neye dokunsa, altına dönüşecektir.

Öyle de olur. Çok sevdiği güllerden birini koklamak için çiçeğe dokunur Midas; gül, altın olur. Ama altının kokusu yoktur… Saraya girer; yeni mutluluğu ile kabaran iştahını şöyle leziz bir ziyafetle doyursun ister ama ne mümkün! Neye elini sürse, her şey altın heykelciklere dönüşüverir. Aç susuz sofradan kalkar. Dertleşmek için kızını yanına çağırır. Boş bulunup kızın omzuna dokununca, hayatındaki en değerli varlık da sessiz, ruhsuz, kıpırtısız bir heykel olup çıkar. Midas, ne büyük bir aptallık yaptığının nihayet farkına varmıştır.

Birileri Midas’a iltimas geçmiş olmalı; çoğu Antik Yunan efsanesinin aksine onun hikâyesi mutlu sonlanır. Dionysus, büyüyü bozar ve Midas bir parça daha akıllanmış haliyle hayatına devam eder.

Midas’ın hikâyesi bir açgözlülük ve aptallık hikâyesi. Oysa ‘’Midas dokunuşu’’, yetenek ve başarı ifadesi olarak kullanılıyor. Eğer biri ‘’Midas dokunuşuna sahip’’ ise, elini attığı her işten kâr sağlayan, özellikle de para konularında şanslı ve becerikli olduğu anlamına geliyor.

Beş yıl önce yayımlanmış ve bestseller olmuş bir kitap var. İsmi, Midas Dokunuşu: Neden Bazı Girişimciler Zengin Olur ve Neden Bazıları Olamaz?’’. Yazarı kim dersiniz? Donald Trump.

Truva Atı

Yunan mitolojisinin en ünlü efsanelerinden biri, Truva Savaşı. Homer’in epik şiiri İlyada’dan Shakespeare’in Troilus ve Cressida’sına kadar, tarih boyunca defalarca eserlere konu edilmiş; hakkında kitaplar yazılmış; 1950’lerden başlayarak üzerine filmler ve televizyon dizileri yapılmış bir efsane… Truva Savaşı’nı çağlar boyu ilgi odağı yapan, bir hikâyeyi cazip kılacak her unsura sahip oluşu. O hem bir savaş destanı, hem bir aşk öyküsü. Kahramanlarından biri ‘’dünyanın en güzel kadını’’ kabul edilen Truvalı Helen; bir diğeri eşi benzeri olmayan, devasa bir ahşap at. Aşk, tutku, ihanet, entrika, savaş, ölüm ve zafer… Mitolojiyle Hollywood’u buluşturacak her şey tam!

truva resimHikâye, Helen’in ihanetiyle başlar. Zeus’un kızı, dünyalar güzeli Helen, Sparta Kralı Menelaus ile evlidir. Bir gün gönlünü Truva Prensi Paris’e kaptırınca, kocasını ve çocuklarını bir çırpıda terk eder; aşığıyla beraber Truva’ya kaçar. O artık Truvalı Helen’dir. Spartalılar, bu aşağılamayı sineye çekmez ve Truva’yı işgal etmek üzere ordularıyla yola çıkarlar. Ne var ki Truva, kolay lokma değildir. On yıl boyunca süren kuşatmaya rağmen kent direnir, teslim olmaz. Spartalılar Truva’yı askeri güçle dize getiremeyeceklerini anlayınca, daha şeytani yollar denemeye karar verirler. Plan şudur: Yenilgiyi kabullenip çekiliyor pozu yapmak ve Truva’yı gafil avlamak.

Önce, kent halkının şaşkın bakışları altında, azametli bir at heykeli inşa ederler. Sözüm ona Tanrılara sunacakları bir adaktır bu. Sonra atı, kent kapısında öylece bırakır; gemilerine binip kös kös uzaklaşırlar. Sparta donanması, Kuzey Ege’nin lacivert sularına açılırken, Truva halkı zafer kutlamalarına başlamıştır bile. Düşman ordusunun en şanlı askerlerinin, dev atın karnına gizlendiğini fark etmeden… Gece olup da herkes huzur içinde evlerine çekilince atın gövdesine oyulmuş kapılar açılır. Askerler, saklandıkları yerden çıkar ve nihayet Truva’yı ele geçirirler. Hileyle kazanılan bir zaferdir bu.

‘’Truva atı’’ tabiri, zararsız ve tehlikesiz görünen, hilekâr düşmanı tanımlamak için kullanılıyor. Popüler kültürdeki en meşhur Truva Atı ise, bir tür bilgisayar yazılımına verilen isim. Faydalı bir işlev sunma iddiasında görünen ama yüklendiğinde bilgisayar için çeşit çeşit tehlikeler barındıran yazılımlar bunlar.

Truva Savaşı, gerçekten anlatıldığı gibi yaşandı mı; bilinmiyor ama Truva’nın, gerçekten var olduğu düşünülüyor. Bugün Çanakkale yakınlarındaki Hisarlık Tepesi’nde yer alan, antik bir kent Truva. Bu kentin, efsanelerdeki Truva olduğuna kesinlik kazandıran ise Heinrich Schliemann adında bir Alman. 1870’lerde Osmanlı’dan aldığı izinle gelmiş, ekibiyle birlikte senelerce kazmış kazmış, sonra da ne kadar tarihi eser, hazine vs varsa toplayıp gitmiş. Üstelik adam arkeolog bile değilmiş; tüccar! Truva’dan çıkarılan neredeyse bin parçalık tarihi eser, ait olduğu topraklarda değil; başta Almanya olmak üzere, dünyanın çeşitli müzelerinde sergileniyor bugün. Hilekârlar hayatın her alanında karşımıza çıkabilir; evet ama ihanete uğramak için kılık değiştirip içimize sızacak Truva atlarına ihtiyaç yok. İçimizdekiler yetiyor.

Narkissos ve Nemesis

Ah güzel ve budala adam! Değdi mi, kendine bunca tapınmaya…

Herkesin kendini beğenmeye ve sevmeye ihtiyacı var. Bu sağlıklı bir ihtiyaç ve karşılanmadığı takdirde insanın ruhunda derin yaralar açabilir. Öte yandan seveyim derken kara sevdaya tutulmanın; ‘’Ben beni çok beğeniyorum’’ diye diye hezeyanlara savrulmanın âlemi yok. Narsistik kişilik bozukluğu, dozuna göre türlü dertlere kapı aralayan, ciddi bir rahatsızlık. İnsanı antipatik ve gülünç duruma düşüren hafif vakalarda da seyredebilir; başka bozukluklarla işbirliğine girişip seri katil de yapabilir.

Hipnozdan histeriye, fobiden anoreksiye hatta psikoloji kelimesinin kendisine kadar; birçok psikoloji terimi gibi ‘’narsist’’ de Antik Yunan mitolojisinden bir hatıra. Irmak Tanrısı Kephissos ile bir su perisinin oğlu olan erkek güzeli Narkissos’tan…

Avcı Narkissos, cazibesi ile nam salmıştır. O kadar güzel ve çekicidir ki periler âleminde kim varsa görür görmez genç adama vurulur. Narkissos’un umurunda mı? Kendisiyle öyle meşguldür ki kimsecikleri istemez. İstememekle kalmaz; kaba saba reddedişlerle bolca kalp kırar. ‘’Siz hangi cüretle benden, benim gibi yüce bir varlıktan aşk dilenirsiniz!’’ diye öfkelenir. Öyle ki ona sevdalı bir pericik, kahrından kendini öldürür. Narkissos’un pervasız kibri, İntikam Tanrısı Nemesis’in dikkatini çeker ve canını yaktığı her kim varsa, hepsinin intikamını almak için ona iyi bir ders vermeyi kararlaştırır.

narsistBaharın ilk günleridir. Narkissos, avlanmak için dağ tepe dolaşmaktan yorgun düşmüş; dili damağı kurumuştur. Su içip soluklanmak niyetiyle küçük bir göl kıyısına gelir. Suya eğildiğinde, gölün yüzeyinden genç bir erkeğin kendisine baktığını fark eder. Öyle güzel bir varlıktır ki bu, Narkissos yıldırım aşkına tutulur. Ona dokunsun, onunla konuşsun ister. Âşık olduğu erkeğin kendi görüntüsü olduğundan bihaber yemeden içmeden kesilir; bekler, bekler, bekler. En sonunda tükenip ölünceye dek… Onun öldüğü yerde, mis kokulu bir çiçek açar. Tanrılar çiçeğe onun ismini verirler: Narcissus ya da bizim bildiğimiz ismiyle ‘’nergis’’.

Yarı Tanrı-yarı peri Narkissos, Nemesis’in hiddetine uğramasaydı acaba hikâyesi nasıl bir yol alırdı? Yunan mitolojisinin en gaddar figürlerinden biri Nemesis. Beyaz kanatlarıyla dilediği yere uçup süzülen, masum yüzlü, genç bir kadın olarak resmediliyor ama onun gazabına uğrayan, kolay kolay iflah olmuyor. Onu en çok öfkelendiren kusur, kibir. Özellikle de iyi talihi için minnet duymak yerine, böbürlenip üstünlük taslayanlar. Bu yüzden de insanlar arasında, mutluluğu ve kederi eşit dağıtmayı kendine görev addediyor.

Nemesis’in taşıdığı anlam, zaman içinde kibir, ceza, adalet kavramlarından sıyrılıp ‘’baş düşman’’ yerine kullanılan bir sözcüğe bürünmüş. Biri bir başkasının Nemesis’i ise, aralarında köklü ve şiddetli bir düşmanlık var demektir. Batman ve Joker’in ya da Harry Potter ve Voldemort’un arasında olduğu gibi.

Dil bir organizmaya benziyor. Yeni ihtiyaçlara göre şekil değiştiren, farklı koşullara uyum sağlamak için eklenip azalarak hiç durmadan dönüşen, hayat dolu bir varlık. Zaman içinde işlevini yitirip unutulan sözcüklerle, diller arası etkileşimin ürettiği yeniliklerle, yeni hayatların şekil verdiği ifadelerle; dünya nasıl biteviye değişim halinde ise konuştuğumuz dil de aynı hızla değişiyor. Öte yandan dünyanın ve zamanın neresinde durduğumuzdan bağımsız, insana dair kadim meseleler var. Eskimeyen meseleler. Bu yüzden bir bakmışız, asırlar önce anlatılmış bir hikâye, bugün bizim hikâyemiz olup çıkıyor.