Amsterdam Tren İstasyonu’ndan Waterland’a otobüsler kalkar. Waterland –adı üstünde- bir su diyarıdır. Hollanda’nın en kalabalık, en cümbüşlü şehrinin hemen kuzeyinde; sessizliği ve durgunluğu ile insanı hayrete düşüren bir vaha. Amsterdam’ı geride bıraktıktan yalnızca dakikalar sonra, kendinizi pastoral bir cennetin koynunda bulursunuz. Su kanalları, yel değirmenleri, elma yeşili çayırlar ve çiçek tarlalarıyla dümdüz uzayıp giden enginlikte, Waterland’ın hikâyeleri sıralanır. Otobüsün duracağı her durakta; tarihi bir kasaba, bir balıkçı köyü sizi bekler. Ve her birinin anlatacağı ne çok şey vardır…
İşte bu duraklardan ilki, Broek in Waterland. Köyün girişinden itibaren sıralanan renkli ahşap evlerin arasından yürüyüp göle vardığımda, önümde bir kartpostal açılıyor. Küçük bir göl kıyısına yerleşmiş, saklı bir köy burası. Dünyanın geri kalanından apayrı, öyle kendi zamanına ait bir hali var ki Amsterdam’dan yalnızca on kilometre uzakta olduğuna inanmak güç.
Karşımda yükselen kiremit rengi kilisenin ta 1400’lerde inşa edildiğini hatırlayınca, manzaranın üzerimdeki etkisi pekişiyor. Waterland’ın tarihi, bir yanıyla Hollanda’nın tarihi demek. Su ile mücadelenin, suyun üzerinde bir ülke yaratmanın tarihi… Bir balıkçı köyü olarak kurulmuş olan Broek in Waterland da bu amansız mücadelenin bir parçası. Kilisenin, denizcilerin koruyucu Aziz Nikolas’a ithaf edilmesi de bu yüzden.
Etraf öyle sakin ki göl kıyısında yürürken, suyun tatlı hışırtısı ve rüzgârın ince soluğundan başka ses duyulmuyor. Oysa bir zamanlar cıvıl cıvıl bir sayfiye yeriymiş Broek in Waterland. Özellikle de Fransızlar için. Öyle ki 1811 sonbaharında, Napolyon Bonapart bile tatilini burada geçirmiş. O zamanlar Fransızlar, Broek in Waterland’a ‘’le temple de la propreté hollandaise ’’ ismini yakıştırmışlar: ‘’Hollanda’nın temizlik mabedi’’. Köy, bugün de aynı unvanla anılıyor. Avrupa’nın en temiz ülkelerinden birinin, en temiz köyü olabilmek az şey değil. Arnavutkaldırımı patikalar, köprüler ve kanallar değil yalnızca; asırlık evler bile kış güneşinin altında, az önce silinip cilalanmış gibi parlıyor.
Köydeki evlerin neredeyse tamamı 18. yüzyılda inşa edilmiş. Çoğu pudra tonlarında renklere bezeli, bahçe içinde, ahşap evler bunlar. Ve çoğunun ilk sahibi, o günlerde köyü mesken edinmiş olan varlıklı tüccarlar. Bugün kimler yaşıyor bu evlerde; kim bilir?
Sokaklar tenha. Oysa kristal berraklığında, bol güneşli bir kış günü. Arada sırada bir bisikletli geçiyor yanımdan. Islık çalarak yürüyen bir postacı. Sabah koşusuna çıkmış genç bir kadın. Köpek gezdiren birkaç kişi ve bir grup okul çocuğu… Çoğu zaman kimseye rastlamadan yürüyorum. Acelem yok. Köyün sükûneti ile birlikte nabzım da yavaşlıyor.
Kilisenin yükseldiği meydana açılan sokaklarda, bir ressam atölyesi ile bir antika dükkânı dikkatimi çekiyor. Bir de isimsiz bir kafe. İçeride, pencere kenarına oturmuş yalnız bir kadın var; saçları gümüş rengi. Kahvesini yudumluyor.
Meydanın arkasında, göle açılan dar bir kanal uzanıyor. Kanal boyunca ilerlerken sağlı sollu sıralanmış evleri seyrediyorum. Su yeşili, tebeşir mavisi, krem rengi evler… Gür yeşillikli bahçelerin içinde süs havuzları, salıncaklar, irili ufaklı heykeller… Bir de neredeyse her evin önünde, minyatür rıhtımlara bağlı sandallar.
Bir evden, sakin bir piyano ezgisi dağılıyor. Bir başka evin penceresinde, duman rengi bir kedi, uzandığı yerden gözlerini dikmiş, merakla bana bakıyor. Herkesin birbirini tanıdığı bir yer olmalı burası. Yabancılar, kedilerin bile dikkatinden kaçmıyor.
Kanalın ucundaki köprüyü geçip, farklı bir yoldan tekrar göl kıyısına doğru ilerliyorum. Sağ yanımda, evlerin arkasında uçsuz bucaksız çayırlar uzanıyor. Kilise meydanına yaklaştığımda, yüksek ağaçların gölgesindeki mezarlığı fark edip, kanatları açık demir kapıdan içeri giriyorum. Yaşlı bir adam, bisikletini bir ağaç gövdesine yaslamış, bir mezarı sarı çiçeklerle süslüyor. Sessizce selamlaşıyoruz. Hemen yanımda, genç bir erkeğin mutlu fotoğrafı, bir mezar taşının üzerinden bana bakıyor.
Broek in Waterland’ın her sokağını iki kez yürüyorum. Her köprüden tekrar tekrar geçip, her evi, her sandalı; çayırlara, kanallara, gökyüzüne açılan her patikayı hafızama yerleştiriyorum. Kilise meydanının önündeki köprüde durmuş vedalaşmaya hazırlanırken gökyüzü bulutlanıyor. Manzara, eski bir fotoğrafın renklerine bürünüyor şimdi. Bir balıkçı motoru, usul usul gölün tenhalığına açılıyor.
dunyabirkitap@gmail.com
https://www.instagram.com/ahenkg/
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.