Fikir Değiştirmenin Dayanılmaz Ağırlığı ve Hafifliği

‘’Kanser, sigaraya yol açar.’’

Yanlışlık yok; doğru okudunuz. ‘’Sigara kansere yol açmaz; kanser, sigara içmeye yol açar.’’

Bir zamanlar tütün şirketleri, kendilerini böyle savunmuşlar.

Sigaranın akciğer kanserine sebep olduğu iddiası, tıbbi araştırmalarla raporlanıp ilk kez 1950’lerde gündeme getirildiğinde, şirketlerin sığındığı karşı argümanlardan biriymiş bu. Açıklamaları ise şöyle: ‘’İki olgu arasında bir bağıntı olması, bir neden-sonuç ilişkisi bulunduğunu göstermez.’’

‘’Correlation is not causation.’’

Ve devam etmişler: ‘’Kişi kansere yakalandığında -henüz teşhis konmamış bile olsa- hastalık, vücut kimyasını bozar ve olumsuz hisler yaratır. Rahatsızlık, halsizlik, gerginlik gibi bu hislerle baş edebilmek için hasta, daha çok sigara içerek rahatlama uğraşına girer. Bizim yaptığımız araştırmalar, kanser hastalarının sigara içmeye daha fazla meyilli olduklarını gösteriyor. Sigara içenlerde hastalığa daha sık rastlanmasının esas sebebi budur.’’

Buyrun!

Bugünün bilgisiyle baktığımızda, şaşkınlıktan ağzımız açık kalıyor; değil mi? İnkâr yalnızca pasif bir durum değil; bu örnekte de görüldüğü üzere son derece agresif olabilen bir durum. 700 milyar dolarlık heyula gibi bir sektörün doğruluk, dürüstlük ilkeleriyle bugünlere geldiğini düşünecek değiliz. Gözlerini kırpmadan yalan söyleyecek ve inkâr edecekler elbette! Esas hayret uyandırıcı olan, bu arsızlığa ikna olanların çıkmış olması. Seve seve inanmışlar.

Öte yandan, insanların inanmayı seçtiği o kadar çok hayret uyandırıcı şey var ki…

Akıl Oyunları

Birkaç hafta önce, Amerikalı bir basketbolcuyla ilgili bir habere rastladım. Kyrie Irving isminde bir NBA yıldızı. Irving, basketbolda dünyanın en iyilerinden biri ama haberin konusu basketbolla ilgili değil. Şununla ilgili: Irving, dünyanın düz olduğuna inanıyor. Irving ciddi! Buna dair bir tweet atmış; tepki alınca ‘’insanların kafasını karıştırdığı için’’ özür dilemiş ama ‘’Dünyanın düz mü, yuvarlak mı olduğu meselesini özgürce tartışmalıyız’’ diye eklemeyi de ihmal etmemiş.

Özgürlük mücadelesi için teşekkürler genç adam!

İşin komik olmayan yanı şu ki Kyrie Irving yalnız değil. Dünyanın düz olduğunu savunan on binlerce insan var hatta ‘’The Flat Earth Society’’ diye bir dernek bile kurmuşlar. Internet sitelerine girip baktım; insanlığa dair epey şeyi sorgulamama yol açtı.

sexy earth

İnkârcılığın türlü suretleri mevcut. Irkçı türü (Holokost inkârcıları), ebleh sağcı türü (küresel ısınma inkârcıları), öz evlatlarını bile hasta etmeyi göze alan aşı inkârcıları vs.

İliğinize kadar Yahudi düşmanıysanız eğer, tarihin en büyük soykırımının bir ‘’Yahudi yalanı’’ olduğunu savunmak işinize gelebilir.

Küresel ısınmayı durdurmak için en temel politikalarınızı değiştirmek zorundaysanız, tıpkı dünyanın en güçlü ülkesini yöneten adamın da yaptığı gibi, iklim değişikliğinin hikâye olduğunu iddia edebilirsiniz. Aşı yaptırmanın hastalıkları engellemediğini; aşıların, modern tıbbın bize kurduğu bir tuzak olduğunu düşünenler ise… Ana babalarının mankafalığı yüzünden ölüp giden onca çocuğu hatırladıkça yüreğim sıkışıyor. Onların derdi nedir; bilmiyorum. İçimden geçenler var ama buraya yazmayacağım.

Bu saydıklarım, insan zihninin gerçekleri nasıl eğip bükebildiğinin uç örnekleri, tabii. Hiç de uç olmayan, son derece sıradan halleri ise hepimizde mevcut.  Mesela psikolojide ‘’bilişsel uyumsuzluk’’ adında bir kuram bulunuyor. Meraklıları için İngilizcesi cognitive dissonance. Farklı ölçülerde de olsa herkesin bir şekilde tecrübe ettiği bir içsel çatışma hali bu. Madem sigarayla başladık, tiryakilerin affına sığınarak yine sigara üzerinden bir örnekle açıklayacağım.

Sigaranın sağlığınızı tehlikeye attığını biliyorsunuz. Bu, aklınızla kavradığınız bir olgu.

Öte yandan sigara içmeye devam ediyorsunuz.

Bilişiniz ile davranışız arasında apaçık bir uyumsuzluk var. Bu uyumsuzluğun sizde yarattığı bir gerilim ve huzursuzluk var. Peki, bu hislerden nasıl kurtulacaksınız? İki seçeneğiniz bulunuyor: Ya sigarayı bırakacaksınız ya da sigaranın tehlikelerine dair düşüncelerinizi değiştirecek ve davranışınızı haklı çıkaran yeni düşünceler benimseyeceksiniz. Birinci seçenek söz konusu değilse eğer, o zaman gelsin akıl oyunları!

Belki de abartıldığı kadar kötü değildir canım! Her içen hasta mı oluyor? Mesela geçen gün bir arkadaşınız anlattı. Babasının bir amcası varmış. Sigaraya 15 yaşında başlamış. Günde üç paket içermiş. Adam 90 yaşında, mutlu mesut uykusunda ölmüş.

Ne hoş bir hikâye; değil mi? Sigaranın bilimsel olarak ispatlanmış tüm sağlık risklerini, tüm zararlarını bir çırpıda unutturacak türde! Tam da o bilişsel uyumsuzluğun ıstırabını dindirecek türde…

İşin aslı şu ki sandığımız kadar ‘’akıllı’’ varlıklar değiliz zira sandığımız kadar rasyonel değiliz.

Öncelikle duygusal ve sosyal varlıklarız. Zihnimiz çoğu zaman, duygularımıza hizmet eden düşünceler üretiyor. Biz de bu düşünceleri, hayatın gerçeği sanıyoruz. Zihnimizin tasarlayıp canlandırdığı bu gelip geçici düşüncelere, sanki bedenimizin parçasıymış gibi hırsla sahip çıkıyoruz. Öyle ki gün geliyor, hakikatin kendisi bile fikrimizi değiştirmeye yetmiyor.

Dünya tüm yuvarlaklığıyla, avcumuzun içinde, bir Google tıkı ötedeyken bile düz olduğuna inanabiliyoruz mesela…

mistakesTam bu noktada tanımanızı istediğim bir kadın var. İsmi Carol Tavris. Tavris, Amerikalı bir psikolog ve akademisyen. Kariyeri boyunca, az önce sözünü ettiğim ‘’bilişsel uyumsuzluk’’ kuramı üzerine yazıp çizmiş. Bilişsel uyumsuzluğun ve bunun sonucunda beliren ‘’kendini haklı çıkarma’’ ihtiyacının (self-justification), düşünce dünyamız ve davranış biçimlerimiz üzerinde nasıl güçlü bir etki yarattığını ortaya koyan bir kitabı var: Mistakes Were Made But Not By Me. Kitabın ismi, beni her defasında gülümsetiyor.

‘’Hatalarımızı, yanılgılarımızı hatta yanlışlarımız yüzünden başkalarına verdiğimiz zararı, bilincimizden uzak tutmaya ve davranışımızı, ne yapıp edip kendi gözümüzde haklı çıkarmaya ihtiyaç duyarız’’ diyor Tavris. ‘’Aklımızla ne kadar gururlanır, zekâmıza ne kadar üstünlük atfedersek, dünya görüşümüze ve onu oluşturan düşüncelere duyduğumuz bağlılık o kadar pekişir ve yanılgılarımızı görüp kabullenmek o ölçüde zorlaşır.’’

Bir başka deyişle: Zekânı, gözünde ne kadar büyütürsen, o kadar aptallaşırsın.

‘’Gerçek zekâ, bilgide değil; hayal edebilmektedir’’ demiş, zeki biri. İsmi, Einstein. Hayal edebilmek, bir yanıyla zihnini açık, esnek ve özgür kılabilme becerisi. Ya da şöyle söyleyelim: Her düşündüğünü keramet sayan, düşüncelerine tırnaklarını geçiren, hayatı hep benzer düşüncelerle yaşayıp giden biri ne kadar ‘’zeki’’?

Oysa çoğumuz böyleyiz. Çoğumuz hayatı benzer düşüncelerle yaşayıp gidiyoruz. Bizim gibi düşünenlerin yazdıklarını okuyarak, bizim gibi düşünenlerle konuşup dertleşerek, bizim düşüncelerimizin doğru kabul edildiği çevrelere kapanarak… Dört-beş senelik bir Twitter maceram olmuştu. Eğlendiğim, öğrendiğim, farklı çevrelerden insanlarla iletişim kurma imkânı bulduğum hoşça bir deneyimdi. Sıkılıp veda etmeden önce dönüp baktığımda, fark ettiğim şeylerden biri şuydu: O dört-beş sene boyunca –bir avuç istisna hariç- hiçkimse fikrini değiştirmedi. Birtakım önemli konularda yanılmış olduğu apaçık ortada olanlar bile yanılmış olduklarını kabul etmek yerine, yanılmakta ne kadar haklı olduklarını savunmakla meşguldüler.

Zekâ demişken, işte tam da bu yüzden, önemli konularda fikrini değiştirebilen insanların özel bir zekâya sahip olduğunu düşünüyorum. Fikrini değiştirebilen, bunu ifade etmekten çekinmeyen; sosyal çevresiyle, mahallesiyle zıt düşmeyi göze alacak kadar özerk ve birey olabilen; yanıldığını kabullenecek kadar özgüveni yüksek, ruhu özgür insanlar… Hayranım onlara. Sayıları o kadar az ki!

Fikir değiştirmek, çoğumuz için zorlu ve sıkıntılı bir mesele. Neden böyleyiz; neden böyleyim merakıyla okumalara daldım ve iki önemli şey öğrendim. İlki, kendi düşüncelerimle kurduğum ilişkinin ne kadar bağnazca olduğunu yeniden görmek oldu. İkincisi de şu: Hepsi atalarımızın suçu!

İkincisinden başlayacağım.

righteousAhlâk psikolojisi üzerine çalışmaları ile tanınan sosyal psikoloji profesörü Jonathan Haidt, ‘’Davranışlarımıza yön veren düşüncelerin çok azı, bilinçli akıl yürütmelerin sonucudur’’ diyor. ‘’Büyük çoğunluğunu, ahlaki sezgilerimiz belirler. Bizi ‘insan’ yapan en güçlü sezgilerimizden biri ise bir topluluğun parçası olma ihtiyacımızla bağlantılıdır.’’

Asırlar boyunca topluluklar oluşturmuş ve topluluklar içinde, birbirimizle işbirliği yaparak var olmuşuz. Fiziksel olarak zayıf ve kırılgan canlılar olmamıza rağmen neslimizi sürdürebilmiş olmayı bu işbirliğine borçluyuz. Aklımız, yalnızca bize ait değil; insanlığın kolektif aklının bir parçası. Ait olduğumuz topluluğun parçası… İşte bu yüzden karşımıza mevcut düşüncemizle çatışan yeni bir düşünce çıktığında, yaptığımız ilk iş, bu yeni düşünceyi analitik bir bakışla değerlendirmek olmuyor. Doğru mudur, değil midir; çok da umurumuzda değil çünkü önceliğimiz başka. Önceliğimiz şu: Bu yeni düşünceyi benimsemek, ait olduğum toplulukla ilişkimi ne ölçüde etkiler? Aidiyetimi zedeler mi, üyeliğimi düşürür mü? Beni yalnız bırakır mı?

Uzun yıllardır tanıdığım bazı insanlar var; bunca zamandır bir kez, tek bir kez bile çoğunluğun görüşünden bir milim ötede bir düşünce ifade ettiklerine tanık olmadım. Her nasılsa her koşulda, her konuda, her zaman çoğunlukla hemfikir oldular. Ya sustular ya da önce havayı koklayıp sonra fikir beyan ettiler. Bir kez bile farklı bir düşüncesi olmaz mı; hep mi kalabalığın yanında hizalanır insan, diye hayret ettim. Hayret etmemek lazımmış meğer çünkü ‘’insan’’ olmak biraz da böyle bir şey. Hayatta kalma dürtüsünün bir parçası bu. Bu dürtü bazılarımızda o kadar baskın ki en çok korktuğumuz şey, dışlanmak.

Zihnimizi şekillendiren unsurlar, büyük ölçüde sosyal çevremizin ürünü. Sosyal çevremizin görüşleri ve fikirleri ile uyum içinde yaşamayı arzulayan sosyal hayvanlarız biz. Bizimle benzer düşünenlere dost, düşüncelerimize karşı çıkanlara düşman gözüyle bakmamızın sebebi bu. ‘’Düşman’’ sözcüğü abartılı mı geldi? Maalesef değil. Fikir tartışmalarında insanların gözünde çakan o kötücül ışığı hatırlayın. Önemli bir konuda fikir ayrılığı yaşadığınız için, bir daha hiç eski tadına dönmeyen ilişkileri… ‘’Seninle aynı fikirde değilim’’ cümlesini ‘’Seni sevmiyorum’’ diye işitenleri… Çevremizdeki insanları ‘’dost’’ ve ‘’düşman’’ diye ayırma eğilimimiz de sosyal niteliğimizin bir sonucu. Yuval Noah Harari, Sapiens isimli harika kitabında defalarca bahsediyor bundan: ‘’Homo Sapiens, insanlığı, içgüdüsel olarak ikiye ayırır’’ diyor. ‘’Biz ve onlar… Diğer sosyal memelilerde olduğu gibi, Evrim, bizi de yabancı düşmanı yapmıştır.’’

Onlar ve ‘’biz’’den ayrı düşmemek için elinden geleni yapan bizler…

Dışlanmak, bilinçaltımızda, varoluşumuza yönelik bir tehdit. Dışlanma korkusu öyle şiddetli bir korku ki, beynimiz dışlanmayı fiziksel acı olarak algılıyor. Farklı ölçülerde hepimizin DNA’sına kazılı bir korku bu. Atalarımız kabile hayatı yaşarken, hayatta kalmayı başaranlar, çoğunluk ile zıt düşenler olmamış. Zıt düşenler, kabileden kovulmuş ve kurda kuşa yem olmuşlar.

Çünkü sürüden ayrılanı kurt kapar.

Eski köye, yeni adet getirme.

Başımıza icat çıkarma.

Bu sözlerin hepsi, hayatta kalmayı başaran atalarımıza ait.

Ya da Jonathan Haidt’in deyişiyle, ‘’Zihnimiz, hakikatin peşinde koşan bir bilim insanından ziyade oy peşinde koşan bir politikacıya benzer.’’

Düşündüğün Her Şeye İnanma

Yaklaşık sekiz aydır, hayatımda bir yenilik var. Yaklaşık sekiz aydır, düzenli olarak meditasyon yapıyorum. Meditasyona ilişkin tecrübemi başka bir yazıda anlatacağım ama burada kısaca bir şey söylemek istiyorum. Yirmi dakika boyunca sabit durup, dikkatinizi yalnızca nefesinize odakladığınızda, zihninizle aranızda bir mesafe beliriyor. Düşüncelerin gürültüsünden sıyrılıp zihninize ve zihninizden geçenlere az öteden bakabiliyorsunuz. İşte o mesafe, zihninizde ürettiğiniz düşünceleri delice sahiplenmenin saçmalığını koyuyor ortaya. ‘’Düşündüğün her şeye inanma’’ diyor. ‘’Bunları sen düşündün. Sen düşündüğün için varlar ve sen mükemmel değilsin.’’

‘’Ben kimim?’’

Var oluşumuzun en temel sorularından birisi bu. Hayatımız boyunca bu soruyu yanıtlamaya çalışıyoruz. Benimsediğimiz her düşünce, bu soruya verdiğimiz cevabın birer parçası. Düşüncelerimize, benliğimizin parçasıymış gibi sahip çıkma telaşımız bu yüzden. Onları kaybedersek, kim olduğumuzun cevabını kaybederiz ve bu çok korkutucu.

Düşüncelerimizi değiştirmekte zorlanıyoruz çünkü değişmekten korkuyoruz.

Aklın ürünü sandığımız şeylerin son derece duygusal bir yanı olduğunu görmek ne tuhaf…

Bu korkuyu pekiştiren bir başka unsur da şu: Bir düşünce neredeyse hiçbir zaman tek başına var olmadığı için, tek bir düşünceyi değiştirirsek, parçası olduğu tüm düşünce ağını kaybetme endişesini taşıyoruz. İrili ufaklı huzursuzluklardan, kimlik bunalımına kadar uzanan yolu var bunun. Bir düşünce, kimliğimizi ne ölçüde tanımlıyorsa, onu değiştirmenin tahribatı o kadar sarsıcı oluyor çünkü kimliğimizi tanımlayan her unsurla öncelikle duygusal bağlarımız var.

Bu zorluğun en şiddetli yaşandığı durum, inançlar. Yanılgı meselesi üzerine etraflıca okumak isteyenlere gazeteci Kathryn Schulz’un zihin açıcı kitabı Being Wrong’u öneririm. ‘’Din hakkında konuştuğumuzda, dünyayı algılayış biçimimiz hakkında konuşmuş oluruz’’ diyor Schulz. ‘’Bu yüzden dini inançlarımızı sorgulamak, içsel bir kaosun kapısını aralar. Bir inançtan vazgeçmek, o inancın yerine koyabileceğin başka bir inanç yoksa çok daha zordur. Büyük inançlar kaybolduğunda, sönmüş yıldızlar gibi, arkalarında karadelikler bırakırlar.’’

Bu korkuları yenmenin bir yolu yok mu?

Hayatı özgür bir zihinle, daha akıllıca yaşamak varken, aldatmacalara, akıl oyunlarına, inkâr edip durduğumuz yanılgılara mahkûm muyuz? Kendimizi buna mahkûm etmek, hayatı heba etmek değil mi?

Ne yapmalı peki?

Okuduğum tüm kitaplardan, makalelerden, dinlediğim konuşmalardan süzülüp geriye kalan ortak görüş şu: ‘’Zihninin nasıl işlediğini anlamaya çalış.’’

‘’Kişisel gelişim’’ edebiyatının kof klişelerinden biri gibi gelebilir kulağa. Oysa üzerine biraz dikkatlice düşünüldüğünde, insanı zihnine bağlayan zincirlerden kurtarma vaadi taşıyan bir nasihat bu. Zihninin nasıl çalıştığını, düşüncelerin nasıl oluştuğunu anlama gayretinin ilk adımı bile insana özgürlük hissi veriyor. Yalnızca daha özgür değil, daha güçlü hissettiren bir yanı da var bunun. Bir düşüncenin neden ve nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalıştığımda, onu ‘’ben’’ sanıp özdeşleşmek yerine, ona uzaktan bakabiliyorum. İşte bu uzaklık, o düşüncenin üzerimdeki gücünü azaltıyor. Ve gücü azaldığında, kendimi onun mutlak doğruluğuna kaptırmaktan kurtarabiliyorum.

Yaşadıkça çeşitli kararlar almaya devam edeceğim, türlü tercihler yapacağım. Şimdiden biliyorum; hepsi de en doğrusu olmayacak. Hayat, yanılgılardan muaf olamayacağımız kadar karmaşık çünkü. Yanılmış olabilirim. Farklı bir açıdan düşünebilirim. Fikrimi, tercihimi hatta inancımı değiştirebilirim.

Zihnimi bir hapishaneye çevirmek yerine iyisi mi kapılarını açık bırakmak… Işık dolsun, nefes alsın, içinde rüzgârlar essin. Hafiflesin.