Lizbon’daki ilk sabahımda, hiç beklemediğim bir manzarayla karşılaştım. Saat henüz yedi bile değildi. Otelden çıkıp birkaç adımda şehrin en büyük meydanı olan Praço do Comercio’ya, Ticaret Meydanı’na varmıştım. Onar metrelik mermer sütunların taşıdığı, üzeri heykellerle süslü bir zafer takı, kemerli geçitlerin üzerinde yükselen hardal rengi, heybetli binalar ve Kral I. Jose’nin dörtnala göğe koşan atlı abidesi… Meydanın göz dolduran güzelliğiyle erken saatlerin uykulu sessizliğinde karşılaşmak, beni olduğum yerden aldı, içimde başka bir zamana taşıdı. Birkaç saate kalmadan dolup taşacak olan bir şehir meydanında değil de uzak bir geçmişte, eski bir sarayın saklı avlusundaydım sanki. Yeni bir yerde, yeni bir güne başlamanın o çok sevdiğim hissiyle, meydanın açıldığı nehre doğru yürümeye koyuldum. Güneş, gökyüzünün puslu boşluğunda bir hayalet gibi yükseliyordu. Gümüş rengi dalgalarla okyanusa akıp giden Tejo Nehri, nehrin üzerinde süzülen birkaç yelkenli, karşı yakaya doğru yol alan bir feribot, 25 Nisan Köprüsü’nün göğe çizili silueti ve sıcak, çok sıcak bir Ağustos gününe hazırlanan Lizbon…
Onları nehre yaklaştığımda gördüm. Suya inen geniş, mermer basamaklarda çırılçıplak soyunmuş iki kadın vardı. Biri kızıl, biri kumral. İkisi de beline kadar uzun saçlı, alımlı endamlı iki genç kadın… Üstlerinde ne var ne yoksa çıkarıp basamaklara fırlatmışlar. Sırtları dimdik, gülüşerek, bir zamanlar kralların inip çıktığı yerden salına salına yürüyüp girdiler suya.
Nehir kıyısı henüz tenhaydı. Feribota, otobüse, tramvaya yetişmek için koşuşturan bir avuç yolcu, balık avlayan, spor yapan birkaç kişi, bir de benim gibi gezintiye çıkmış olan tek tük erkenci… Kadınlar, seyredilmenin zevkiyle atlaya zıplaya yüzerlerken ben de seyircileri seyrettim. Aceleyle yürüyenler durdu. Koşucular adımlarını yavaşlattı. İki delikanlı fotoğraflarını çekti; kadınlar onlara el salladı. Gelip geçen hiç kimse kayıtsız kalmadı. O sabah, hayatın o sessiz saatinde, yolu nehir kıyısından geçenlere, Lizbon bir hikâye armağan etti.


Sere serpe bir şehir, Lizbon. Plajların şehrin ta içine nüfuz ettiği, güneşe ve suya dost; yalnızca geniş meydanlarda ve manzaralı, yüksek tepelerde değil, daracık yokuşlarla sokak kuytularında bile kendini gizlemeyen, hep biraz çıplak bir şehir. Şehrin ortasında çıplak yüzen kadınları kendine yakıştıran bir şehir…
Lizbon, hayatımın ilk büyük macerasının son durağıydı. Yıllar önce, 19 yaşımdayken, Çeşme Limanı’ndan kalkan bir feribota binmiş, uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Tek başıma, sırt çantasıyla, bir şehirden ötekine dolaşmış; dördüncü haftanın sonunda, Barselona’da tanıştığım iki Avustralyalı öğrenciyle birlikte bir gece trenine atlayıp Lizbon’a varmıştım. Yine sıcak bir yaz sabahında… Lizbon’a ikinci kez gelmeye hazırlanırken o günleri en baştan hatırlamayı denedim ama zaman çok zalim. Bir vakitler benim için unutulmaz görünen bir yolculuğu bile bir rüyaymış gibi hatırlayabiliyordum şimdi. Eski bir gençlik hatırasının Lizbonlu kırıntıları: Güneşli çatılar, dik yokuşlar, tramvay çanları, malikâneler, pejmürde mahalleler, çinili duvarlar ve aklımda deniz diye kalmış bir nehir…
Küllerinden Doğan Şehir
İber Yarımadası’nın en uzun nehri, Tejo. İspanya’da doğup bin kilometre boyunca akan ve Lizbon’un eteğinden Atlas Okyanusu’na dökülen bir ‘’âşık’’. Portekizli şairler, Tejo’yu böyle tanımlarmış: ‘’Lizbon’a âşık nehir’’. Oysa en iyi şairler bilir; âşıklara güven olmaz. Gün gelmiş, Tejo Nehri de, aklı aşkla tutuşmuş bir sevgili gibi yakıp yıkmış Lizbon’u.


1 Kasım 1755: Dünyanın yaşadığı en dehşet dolu felaketlerden birinin tarihi… Bir cumartesi sabahıdır ama sıradan bir cumartesi değildir. Hristiyanlar için kutsal sayılan Azizler Günü’dür, o gün. Lizbonlular, ibadet etmek üzere tam da kiliseleri doldurmuşken aniden bir sarsıntı başlar. Bu öyle şiddetli bir sarsıntıdır ki kilise kuleleri, fırtınada çırpınan ağaçlar gibi sağa sola savrulur. Bir ağızdan çalan çanların sesi kaplar, şehri. Yalnızca birkaç dakika içinde, kiliselerin tamamı yerle bir olacak ve enkaz altında kalanların o son haykırışlarıyla birlikte çanlar da susacaktır.
Bu ilk yıkım, henüz bir başlangıçtır. Azizler Günü için kiliselerde yakılan binlerce mum, usul usul alevlenmeye devam eder ve Lizbon’u beş gün boyunca kasıp kavuracak olan yangınlar başlar. Lizbon Depremi, üç dakika sürdüğü tahmin edilen, dokuz şiddetinde bir depremdir. Yıkıntıların altında kalmaktan kurtulanlar, kendilerini başka bir felaketin beklediğinden habersiz, bir umut Tejo’nun kıyısına koşarlar. Oysa karşılarında buldukları, gürül gürül akan sularıyla o bildik Tejo Nehri değildir. Tejo yoktur. Sular süratle öyle uzağa çekilmiştir ki nehir tabanında, o güne dek varlığından bile habersiz oldukları gemi enkazları belirmeye başlamıştır. Lizbonlular ne olup bittiği anlamaya fırsat bulamamışken, göğü uğursuz bir uğultu kaplar ve Avrupa tarihinin en büyük tsunami dalgası, on metrelik korkunç hiddetiyle çarpıp şehri yutar…
Çıplak kadınların indiği mermer basamaklar, nehir kıyısında, Lizbon Depremi’nden geriye kalan tek şey. Bir zamanlar bu meydanda, Kraliyet Sarayı yükselirmiş. Şehrin neredeyse tamamıyla birlikte koskoca saray da ufalanıp gitmiş.
Nehir kıyısı, Lizbon’un doğduğu yer. Portekizli denizciler, asırlar boyunca buradaki limandan gemilere binmiş, Atlas Okyanusu’na açılıp uzak diyarları keşfe çıkmışlar. Lizbon’un Portekizcedeki ismi Lisboa, ‘’sakin liman’’ anlamına gelen eski bir sözcüğe dayanıyor. İşte o sakin liman, Brezilya’dan Afrika’ya, Hindistan’a ve Çin’e uzanan kudretli bir imparatorluğun başlangıç noktası.
Depremden sonra, Kral I. Jose’nin liderliğinde, modern bir şehir olarak yeniden doğmuş, Lizbon. Geçmişin külünü silkelemiş, yüzünü geleceğe dönmüş. Ticaret Meydanı, şehre yeni simasını kazandıran bu ilerici bakış açısının en iyi örneklerinden biri. Kemerli geçitler, geniş dikdörtgen pencereler ve birörnek ferforje balkonlarla simetrik olarak inşa edilmiş olan binalar, Lizbon’un yepyeni bir şehircilik anlayışının öncülerinden olduğunu gözler önüne seriyor. Lizbon, planlanarak kurulmuş ilk Avrupa şehirlerinden biri.
Şehrin tarihi merkezi, iki tepe ve bir vadiye yerleşmiş üç bölgeden oluşuyor. Ticaret Meydanı’nın bulunduğu semt, yüksek tepelerin arasındaki düzlükte kurulu olan Baixa. Nehre sırtınızı dönüp meydandaki muhteşem geçidin altından yürümeye koyulduğunuzda, önünüzde ferah bir cadde açılacak. Baixa’nın ortasından geçen Rua Augusta, şehrin en geniş ve en uzun caddesi. Caddenin iki yanında, Ticaret Meydanı’nda olduğu gibi çoğu beş katlı, simetrik binalar sıralanıyor. Denizaşırı topraklarda garnizon şehirleri kurmaya alışık olan askeri mühendislerin tasarladığı bir semt, Baixa. Geometrik bir planlamayla, işlevselliği gözetilerek inşa edilmiş ve yalın bir güzelliğe sahip.
Yalnızca Baixa’da değil, Lizbon’un tarihi merkezindeki hemen her meydanda, her sokakta karşınıza çıkacak olan bir başka güzellik, kaldırımları süsleyen mozaikler. Calçada adı verilen çoğu siyah-beyaz mozaik desenler, Portekiz’e özgü bir kaldırım sanatı. Küp şeklinde kesilmiş kireçtaşı parçalarının çaprazlama yerleştirilmesiyle yapılan hem zahmetli hem masraflı bir iş bu. Taşlar ıslanınca kayganlaşıyor. Onarımı zor. Dahası calçada ustalarının sayısı gün geçtikçe azalıyor. Öte yandan şehrin tarihi değerlerinden biri, bu mozaikler ve Lizbonlular korunması için direniyorlar. Baixa sokaklarında adımlarım çiçek motiflerini, sarmaşıkları, dalgalar ve deniz kabuklarını takip ederken, Portekiz’in kaldırımlara resmedilmiş hikâyesi önüme seriliyor.


Baixa’nın bir başka güzelliği, şehrin en eski pastanesi ‘’Confeitaria Nacional’’. 1829’da hizmete giren dükkân, Lizbon’da telefon bağlanan ilk yer ve bugün halen kurucusu Balthazar Castanheiro’nun torunları tarafından işletiliyor. Lame şeritlerle süslü krem rengi duvarları, aynalı tavanı ve mücevher güzelliğinde keklerin, pastaların sergilendiği camekân vitrinleriyle, tatlı keyfini bir şölene dönüştürmek için doğru adres burası.
Portekiz, tatlı düşkünleri için bir cennet. Lizbon da adım başı tatlı dükkânlarıyla dolu. Nefis lezzetler arasında en meşhuru, pasteis de nata. Türkçesi ‘’kremalı hamur’’. Üstü karamelize edilmiş koyu kremayla kaplı bu turtacıklar, fırından yeni çıkmış haliyle ılık ılık yendiğinde tadına doyulmuyor.
Söz yemekten açılmışken, Portekiz’in milli yemeği morina balığından bahsetmemek olmaz. Portekiz demek, morina demek çünkü. Üç yüz küsur tarifi olduğu söyleniyor. Öyle ki Noel sofralarının bile baş tacı hindi değil, bacalhau burada: tuzlanmış morina balığı.
Portekiz, balık tüketiminin en yüksek olduğu ülkelerden biri. Hayatımda yediğim en etli, en lezzetli sardalyeler başta olmak üzere tadına baktığım deniz ürünlerinin hepsi enfesti. Ama işin tuhaf yanı şu: Ülkenin en çok rağbet gören balığı morina, Portekiz sularında yetişmiyor. İthal!
Bundan ta beş yüz yıl önce, Portekizli denizciler Kanada topraklarını keşfetmekle meşgulken, bugün Newfoundland diye bilinen bir adaya varırlar. Söylentiye göre ada suları öyle balık zenginidir ki gemiler güçlükle yol alır. Morina sürüleridir bunlar. Böylece morina önce Portekiz donanmasının, ardından Portekiz halkının temel besin kaynağı olup çıkar. Aylar süren yolculuklarda bozulmasın diye balıkları tuzlayıp güneşte kuruturlar. O gün bugündür Portekizliler, morinayı kurutulmuş haliyle seviyor. Lizbon’daki bacalhau dükkânlarından birine girerseniz, odun parçaları gibi üst üste yığılmış filetolar göreceksiniz. En az bir, mümkünse iki gün suda bekletip sütte pişirin. Dükkân sahibinin bana tavsiyesi bu oldu.
Zamanda Yolculuk
Nehir kıyısından meydanlara Baixa’yı dolaştıktan sonra, sıra geldi Lizbon tepelerine tırmanmaya. Lizbon yürüyerek gezmesi kolay bir şehir değil. Öte yandan büyük ölçüde ancak yürüyerek gezilip keşfedilecek bir şehir. Yokuşlar dik. Sokaklar dar. Özellikle tarihi mahallelerde kaldırımlar düzensiz, kaldırım taşları kaygan. İnişli çıkışlı yolları, çıkmaz sokaklara çıkan basamak yığınları, omuz genişliğinde patikalarıyla bazı semtler engebeli birer labirent gibi ama esas sürprizler de onlarda gizli.


Bu semtlerden ilki, şehrin bohem mahallesi Bairro Alto. Billur mavisi göğe yaslanmış kiremit çatılar, çiçekli balkonlar, sokakları birer tabloya çeviren çinili apartman duvarları, rüzgârla salınan rengârenk çamaşırlar ve gün boyu gelip geçen antika tramvayların çan sesleri…
Bairro Alto, ‘’Yukarı Mahalle’’ demek. Bir zamanlar manastırlara ev sahipliği yapan bu tarihi semt, bugün yayınevleri, kitapçılar, antika dükkânları ve tasarım mağazalarıyla dolu bir kültür merkezi. Bunu hatırlatan sembollerden bir tanesi, semtin en panoramik meydanlarından birinde bulacağınız gazeteci çocuk heykeli. Lizbon’un ilk gazetesi, Bairro Alto’da yayımlanmış. Sao Pedro de Alcantara adlı meydan, miradoura denen manzaralı seyir teraslarından yalnızca biri. Yüksek tepelere yerleşmiş çoğu şehir gibi Lizbon’da da manzara seyretmek başlı başına bir etkinlik. Bir miradoura’dan ötekine geze geze, hem Bairro Alto’yu hem karşı tepede kurulu olan, şehrin en eski mahallesi Alfama’yı keşfetmek mümkün. İster yürüyerek, ister tramvayla ya da bizim yaptığımız gibi motorlu tuktuklarla. Çoğu üniversite öğrencilerinden oluşan tuktuk sürücüleri, turist rehberleri kadar bilgi sahibi.
Bu şehrin farklı bir ışığı, ışığın saydam bir yansıması var. Bir amfiteatrı hatırlatan konumuyla, neredeyse ışığın akustiğini pekiştiren bir şehir, Lizbon. Yalnızca aydınlık meydanlarda değil, daracık gölgeli sokaklarda bile fark ediliyor bu. Seyir teraslarında, günbatımının cazibesi ise bambaşka. Güneş damla damla batarken, leylak rengi bir parıltı sarıyor manzarayı. Bir yanda bin yıllık Sao Jorge Kalesi, bir yanda 25 Nisan Köprüsü ve köprünün üzerinde nehri kucaklayan dev İsa heykeli… Omuz omuza sıralanmış kiremit çatılı evlerin, sokak lambalarının ışıkları yanmaya başlarken, Bairro Alto yeni bir ruha bürünüyor. Gündüz saatlerinin sakinliği siliniyor, etraf müzikle doluyor. Lizbon’da gece hayatının kalbi burası.
Lizbon’un kozmopolit dokusu, en çok şehrin seslerinde kendini hissettiriyor. 1974’ten önce Portekiz sömürgelerinde doğan herkese, vatandaşlık hakkı sunulmuş. Bu kararın ardından ülkeye yerleşenlere, yıllar içinde binlerce göçmen daha eklenmiş. Bugün Portekiz, 150 bini aşkın Afrikalı ile 80 bine yakın Brezilyalının yurdu. Lizbon’un müziği, sokakların baharatlı rayihası gibi, hem Afrika hem Brezilya tınılarıyla dolu. Bir de Portekiz’in özgün sesi fado ile…


15. Yüzyılın Keşifler Çağı, Portekizli denizcilerin okyanusları aşıp dünyanın dört bucağına yelken açtığı zamanlar. Portekiz Krallığı’nın altın çağı bu. Gidenler ve geride bıraktıkları içinse ayrılık ve hasret demek… Saudade, işte bu dönemde ismini bulan, Portekizceye özgü bir sözcük. Gözleri ufukta, sevdiklerinin yolunu bekleyen kederli insanlar, içleri hasretle kavrulurken, bir yandan geçmiş günlerin mutluluğunu yâd ederler. Hüzün ve melankolinin ümitle buluştuğu bir ruh halidir, saudade. Saudade müzikle buluştuğundaysa ortaya çıkan fado olur.
Kader denen bilinmezliğin insanın içini ürperten duygusunu şarkılara döken, hüzünle yoğrulmuş bir müzik türü, fado. Sözcük anlamı da ‘’kader’’ zaten. Bairro Alto’nun arka sokakları, adım başı fado barlarıyla dolu ama fado geleneğinin esas doğduğu yer, karşı tepedeki Alfama mahallesi.
Alfama’da gezinti, zamanda yolculuğa çıkmak gibi… Lizbon’un en eski mahallesi, sağlam kayalıklar üzerinde kurulu olduğu için 1755’teki büyük depremden sağ kurtulmayı başarmış. Şehrin neredeyse bin beş yüz yıl önceye tarihlenen Mağribi geçmişinin izlerini taşıyor; yalnızca sokaklarında değil, isminde de… Alfama’nın kökeni, Arapçada ‘’ılıca’’ anlamına gelen al-hamma ya dayanıyor. Lizbon’un zirvesine yerleşmiş Sao Jorge Kalesi’nden nehre kadar inen semt, bir zamanlar tepenin yamacındaki kaplıcalarıyla ünlüymüş.
Balkonları sardunyalı beyaz badanalı evler, evleri yaz güneşinden koruyan daracık, gölgeli sokaklar, kıvrıla kıvrıla yükselen taş basamaklar, avuç içi kadar meydanlar, tarihi kiliseler, çeşmeler, seyir terasları ve fado…
1800’lerden itibaren denizciler mahallesi olan Alfama, fado‘ya ilham veren hikâyelerin ilk sahibi. Akşam saatlerinde geleneksel barlardan dağılan müzik, sabah olduğunda evlerden duyulan ezgilere bırakıyor yerini. Burada kapı pencere hep açık. Balkondan balkona seslenen kadınların, sokak çeşmelerinde tıraş olan yaşlı adamların, kapı önü muhabbetlerinin, Lizbon’un eskimeyen tarihinin mahallesi Alfama.


Lizbon’daki son sabahımda, Baixa’dan Alfama’ya tırmanıyorum. Kendimi tesadüflere bırakıp zamanın unuttuğu sokaklarda kaybolurken, daha önce rastlamadığım bir meydan çıkıyor karşıma. Çam ağaçlarının gölgesine yerleşip şehrin manzarasını son kez seyrediyorum. Lizbon ne çok güzellikler vaat ediyor…
Şehrin yarım saat ötesinde, dünyanın en büyüleyici kasabalarından biri olan Sintra’da geçirdiğim saatlerin hatırasına, Atlantik’in buz gibi sularında yüzdüğüm o uzun günün hatırası ekleniyor. Denizde kaybolmuş bir masal gibi Belem Kalesi, balıkçı köyü güzelim Cascais’in güneşli sahili ve Avrupa’nın en batı ucu, vahşi Capo do Roca…
Alfama tepelerinden şehre veda ederken, Roca Burnu zihnimde yeniden canlanıyor. İki gün önce, baş döndürücü bir uçurumun rüzgârlı kıyısında seyrettiğim manzarasıyla… Yalçın kayalıkların, köpüklü dalgaların ötesinde, okyanusun safir rengi enginliğinde, ta ufukta bir gemi görüyorum. Tüm dehşeti ve güzelliğiyle keşfedilmeyi bekleyen uzak kıtalara yelken açmış, gidiyor. Rüzgârın uğultusu, hayalimde yanık bir ezgiye dönüşüyor. Müziği, şair Fernando Pessoa’nın dizeleri tamamlıyor: ‘’Portekiz… Sonsuz bir denizdir Portekiz…’’
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.