‘’Kalpte titreşen ıstıraplı tutkuların, aklı bitap düşüren acıların, ağrıların şifasıdır o…’’ demiş John Parkinson. İngiltere Kralı I Charles’ın eczacısı, botanik biliminin kurucularından Parkinson’un şairane bir övgüyle bahsettiği şifa kaynağı, insanlık tarihinin gözde çiçeklerinden biri, lavanta.
Hayatı boyunca migren ataklarından mustarip olan Kraliçe I Elizabeth, lavanta reçelini sofrasından eksik etmez, gün boyunca lavanta çayı içer, lavanta parfümünden başkasına elini sürmezmiş.
Lavantanın eski bir hikâyesi var. İngiliz saraylarında baş tacı edilmeden asırlar önce yetiştirilmeye başlanan, kutsal kitaplarda bile adı geçen kadim bir çiçek o. Anavatanı Arabistan. İÖ 600’lerde Çin’e ve Yunan adaları üzerinden Avrupa’ya yayılmış.

İnsanlar, öfkeli tanrıların gazabına karşı lavanta tütsüleri yakmışlar. Kem gözlerden sakınmak için anahtar deliklerini kurutulmuş lavanta çiçekleriyle kapatmışlar. Salgınlarda, hastalıktan korunmak için lavanta kokulu eldivenler giymişler. Hem ağrı kesici hem yatıştırıcı olduğu düşünüldüğünden, doğum sırasında kadınlara lavanta demetleri koklatılırmış. Antik Roma ordularından yakın geçmişe, I. Dünya Savaşı’na kadar cephede askerler, yaralarını lavanta yağıyla temizlemişler. Ta 12. Yüzyıldan itibaren bit ve pire kovucu olarak kullanılmış. Bugün halen Hollanda eczanelerinde rastladığım kene kovucu spreylerin neredeyse tamamı lavanta aromalı.
Lavanta kelimesinin kökeni, Latince’de ‘’yıkamak’’ anlamına gelen lavare’ye dayanıyor. Rönesans döneminde, varlıklı evlerde çalışan çamaşırcı kadınlara verilen isim, ‘’lavantalar’’. Lavanta yağı katılmış sularda yıkadıkları çamaşırları, lavanta çalıları üzerinde kurumaya bırakırlarmış.
Çiçeğin güzel parfümü, koyu ahlakçı Viktoryen dönemde apayrı bir anlama bürünmüş. Kötü kokuları örttüğü için güvenilmezliğin sembolü sayılmış, lavanta.

Lavanta, nane familyasından küçük bir çalı türü. Uzun ince başakları çepeçevre saran narin çiçekleriyle bir metreye kadar büyüyebiliyor. Beyazı da var, pembesi de ama en çok gümüşi eflatun rengiyle biliniyor. Sabunlardan parfümlere, deterjanlardan cilt bakım ürünlerine o kadar sık kullanılıyor ki çiçeğine hiç rastlamamış olanlar için bile kokusu tanıdık.
Onu çiçekler dünyasında öne çıkaran bir hikâyesi daha var. Yeni bir terapi türünün kuruluşuna vasıta olan bir hikâye bu. 1920’lerde, Fransa’da geçiyor. Ailesinin parfümeri işinde çalışan kimyager Rene Gattefosse, talihsiz bir laboratuvar kazasında elini fena halde yakar. Telaşla oracıkta duran lavanta yağını alıp yarasına boca eder. Lavanta hem acısını hafifletir hem yanığın ateşini alır. Gattefosse, iki hafta boyunca lavanta yağıyla pansuman yapmayı sürdürür. Sonuçta yanıktan geriye iz bile kalmaz. Bu kaza, Fransız kimyagerin çalışmalarına yeni bir yön kazandırır. Modern anlamda Gattefosse’un kurucusu sayıldığı ve bizzat onun verdiği isimle anılacak olan bir tedavi biçimidir bu: aromaterapi.
Lavanta, yanık tedavilerinde halen kullanılıyor. 2016’da, Japonya’da yapılan bir üniversite araştırması, lavanta yağının kolajen sentezini aktive ettiğini ortaya koymuş. Aynı üniversite, lavanta esansının bileşenlerinden biri olan ‘’linalul’’ isimli maddenin sinir sistemi üzerindeki yatıştırıcı etkisini doğrulayan çalışmalara da sahip.
Hoş kokulu bitkilerden elde edilen uçucu nitelikte yağların, diğer ismiyle esansiyel yağların iyileştirici özelliği, antik çağlardan beri biliniyor. Günümüzde aromaterapi adı altında sunulan tedavi biçimlerinin bilimsel doğruluğu tartışmaya açık olmakla beraber, kokuların insan zihni dolayısıyla ruh hali üzerindeki etkisi, hem psikolojinin hem nörobilimin araştırmaya değer bulduğu bir konu.
Koku uçar, hatırası kalır
Zihnimiz nostaljik kokularla, aromatik hatıralarla yüklü çünkü hafızayla en sıkı bağa sahip olan duyu, koku duyusu. Tek bir koku, ani bir anımsayışla bizi geçmişe, geçmiş zamanda kalmış eski bir hatıraya taşıyabiliyor. Öyle ki en uzak hatıralarımız, doğrudan kokularla bağlantılı.

Koku algısı dediğimiz şey, kokunun yarattığı fiziksel hisle sınırlı değil. Fiziksel hisle bağlantılı olan tecrübeyi ve söz konusu tecrübenin yarattığı duyguları da içeriyor. Bir tecrübenin yarattığı duygu ne kadar güçlüyse, hatırası da o ölçüde kalıcı hale geliyor. Bir kokuyu bizim için anlam taşıyan, üzerimizde kuvvetli etkiler yaratan bir durumla bağlantılı olarak tanıyıp algılarsak, o kokuya dair bir duygu geliştirmiş oluyoruz. İşte bu yüzden kokular, duygu yaratma becerisine sahip.
Limon kolonyasından nefret eden bir arkadaşım var. Sekiz yaşındayken babasını kaybettiğinde kök salmış bir duygu bu. Birçok insana ferahlık ve iyilik hisleri çağrıştıran limon kolonyası, arkadaşım için hayatının en acı hatırasının kokusu. Cenaze evinin, babasızlığın kokusu… Limon kolonyası, onun çocuk hafızasında öyle sarsıcı bir olaya eşlik etmiş ki, otuz küsur yıl sonra hâlâ bir nefeste, o ıstıraplı günleri, şimdiye taşıma gücüne sahip.
Fırından yeni çıkmış kurabiye, kızarmış ekmek, yeni açılmış kurşun kalem, çilek aromalı sakız, güneş yağı, taze biçilmiş çim, tereyağlı popcorn, bol tarçınlı sahlep, közlenmiş mısır, hatta belki naftalin… Mutlu hatıraların mutlu kokuları da hafızaya derinden yerleşiyor ama nörobilim uzmanlarına göre endişe, korku, yas gibi negatif duygularla birlikte algıladığımız kokuların duygu dünyamızdaki etkileri daha güçlü. Stres altına girdiğimizde, kortizol hormonu salgılıyoruz. Kortizolun işlevlerinden biri, bizi tehdit ve tehlikelere karşı tetikte olmaya hazırlamak. Bu hazırlığın bir parçası, duyuların keskinleşmesi. Stres yaratan herhangi bir durumdan ötürü kortizol seviyesi yükseldiğinde, kokuları da daha iyi duymaya başlıyoruz. Duyduğumuz kokular, strese yol açan durumla bağlantılı olarak hafızaya yerleşiyor. Bunun en yaygın örneklerinden biri, çoğu insan için tetikleyici olan ‘’hastane kokusu’’. Bir muayene odasından içeri adım attığımızda burnumuza çarpan o antiseptik koku, çoğumuzda duygusal gerginlik yaratabiliyor. Neden? Hastane ve doktor ziyaretleri nadiren mutlu mesut hatıralara eşlik eder çünkü…

Koku duyusunu diğer tüm duyulardan farklı kılan, onu duygulara ve hafızaya bağlayan nörolojik bir olgu var. Koku, beynin başka bölgelerinde işlemden geçmeden, direkt olarak duygu merkezine ulaşıyor. Diğer tüm duyular, beynin farklı bölgeleri arasında çeşitli bağlantılar üzerinden işleme konulurken, yalnızca koku reseptörleri bu ayırt edici niteliğe sahip. Dahası var. Bu reseptörlerin doğrudan bağlandığı yer, beynin derinliklerinde bulunan ‘’duygusal beyin’’ ya da nörolojideki ismiyle ‘’limbik sistem’’. Beynin en eski, en ilkel bölgesi bu ve temel olarak duyguların düzenlenmesi ile uzun süreli hafızadan sorumlu. Bir de koku duyusundan… Kısacası beyinde kokular, duygular ve hafıza yan yana. Bir çiçeği koklarken, çiçeğin havaya saldığı koku moleküllerini burun deliklerimize çekiyoruz. Burnun en gerisinde, koku duyusunun anahtarı sayılan pul kadar bir deri parçası bulunuyor. Üzeri milyonlarca koku algılayıcı hücreyle kaplı bu deri parçacığının ismi‘’olfaktör epitel’’. Koku molekülleri burnumuzun gerisine çarptığında, önce olfaktör epiteli kaplayan mukus tabakasına yapışıp dağılıyor, ardından koku algılayıcı hücrelere yani koku reseptörlerine bağlanıyor. Başka bir deyişle her koku, doğrudan sinir uçlarımıza dokunuyor. Bunlar, on binlerce farklı kokuyu ayırt edebilen çok akıllı reseptörler. İnsan burnunda, farklı koku molekülleriyle aktive olan yaklaşık 450 çeşit koku reseptörü olduğu düşünülüyor. Bir de şu var: Tek bir koku diye algıladığımız şey neredeyse hiçbir zaman tek bir koku değil; çok sayıda koku molekülünün bileşimi. Kokladığımız bir demet lavantaysa mesela, lavanta kokusu diye adlandırdığımız koku, farklı reseptörleri harekete geçiren çok sayıda moleküle sahip.
Beyin, koku hücreleri aracılığıyla sinyali aldığında, hafıza giriyor devreye. ‘’Hatırladın mı?’’ diyor, ‘’Çok eskiden öğrenmiştin. Bu koku, lavanta kokusu…’’
Koku Terapisi
Her gün ortalama 23 bin defa soluk alıp veriyoruz. Her solukta kokluyoruz. Koku hafızanın, dolayısıyla öğrenmenin aracı. Öte yandan her şey gibi koku alma becerimiz de zamanla aşınıyor. Görme ve işitme becerileri nasıl yaşlandıkça azalıyorsa, koku duyumuz da yavaş yavaş güçten düşüyor. Buna rağmen koku duyusu, diğer tüm duyulardan üstün bir özelliğe daha sahip: koku algılayıcı hücrelerin kendini yenileme gücü. Diğer hiçbir duyu hücresinde bulunmayan bir özellik bu. Görme ya da işitme becerimizi sağlayan sinirler hasara uğradığında mesela, dönüşü yok. Kalıcı olarak kaybediyoruz. Koku reseptörleri ise ortalama dört-beş haftada bir tazeleniyor.
Koku kaybı hemen herkesin yaşadığı bir tecrübe. Basit bir nezleden sinüzite, gripten alerjiye türlü sebeplerden ötürü koku duyumuzu geçici olarak kaybedebiliyoruz. Hatta Covid-19’a dair öğrendiklerimizden biri de bu oldu. İlk belirtilerinden biri, koku kaybı. Nadiren kalıcı olan, çoğu zaman hastalıklarla birlikte geçip giden bir durum bu ama bazen aylarca, hatta yıllarca sürebiliyor. Bir çeşit ‘’koku körlüğü’’ olan bu durumun tıptaki ismi, anosmi.
Öncelikle şunu hatırlamak lazım: Kokular, diğer tüm duyuların yaptığı gibi, bize çevremizle ilgili bilgi taşıyor. Bilgi akışı sekteye uğradığındaysa güvenliğimiz tehlikeye girebiliyor. Koku yetisini kaybeden kişi, zehirli bir gaz kaçağını da fark etmiyor, yangın habercisi olabilecek duman kokusunu da, yediği yemeğin bozuk olduğunu da. Bu yüzden koku algısının hayati bir önemi var.
Bunlar bir yana, anosminin bir başka sonucu, kokuların duygu dünyamız üzerindeki etkisini koyuyor ortaya. Koku duyusunu uzun süreliğine kaybedenlerin sıklıkla yaşadığı bir durum bu: depresyon. Kokularla birlikte hayatın tadı tuzu da kayboluyor çünkü. Hem duygusal yönden hem kelimenin gerçek anlamıyla… Zira tat dediğimiz şeyi, iki duyunun bir arada çalışmasıyla algılıyoruz. Sevdiğimiz her lezzeti, kokusuyla da seviyor, çiğnediğimiz her lokmayı bir yandan kokluyoruz.
Anosmi hastalarına önerilen bir tedavi biçimi mevcut: koku egzersizleri. Koku kaslarını güçlendiren bir tür fizyoterapi bu. Yalnızca koku kaybı yaşayanların değil, koku duyusunu sağlamlaştırmak isteyen herkesin yapabileceği hem kolay hem zevkli bir terapi.
Almanya’da, Dresden Üniversitesi’ndeki Tat ve Koku Kliniği’nin önerdiği şekilde uygulamak isteyenler için terapinin özeti: Öncelikle farklı kategorilerde aromalara ihtiyacımız var. Bu kategoriler, ‘’koku prizması’’ adı verilen başlıca dört koku grubunu içeriyor. Bunlardan ilki gül, lavanta, yasemin gibi çiçek kokuları. Diğeri limon, portakal, greyfurt gibi meyve kokuları. Üçüncü grup, fesleğen, tarçın, karanfil ve benzeri baharatlı kokular. Son gruba ise sakız, okaliptüs, sandal ağacı gibi reçinemsi kokular dâhil. Bu kokuları en saf ve yoğun halleriyle esansiyel yağlarda bulabiliriz. Esansiyel yağları ise eczanelerde veya aktarlarda…

Yapmamız gereken, her gruptan birer koku seçip, pamuğa damlattıktan sonra dönüşümlü olarak koklamak. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa, onar saniye, on iki hafta boyunca… On iki haftanın sonunda, yine dört kategoriden farklı kokularla terapiye devam. Ne zamana kadar; size kalmış. Ben bırakmayı hiç düşünmüyorum. Çekmecem esansiyel yağlarla dolup taşıyor. Bazen üzerinde ne yazdığına bakmadan rasgele bir şişe seçiyorum. Gözlerim kapalı, şişenin içindeki yağı derin derin kokluyorum.
Yaseminle mis kokulu yaz akşamlarına havalanıyorum. Hava sıcak, pencere açık. Güneş ve deniz yorgunu halde, tatlı bir uykuya dalıyorum.
Bergamut kokusu, beni çocukluk kahvaltılarıma, bergamut reçelinin çok özlediğim leziz hatırasına taşıyor. Öyle kuvvetle hatırlıyorum ki ağzım sulanıyor.
Okaliptusla birlikte bir kış akşamındayım. Hastalanmış, yatıyorum. Annem göğsümü, sırtımı Vicks merhemle ovuyor. Annemi aniden daha çok özlüyorum.
Zihnimi kokulara açtıkça, hafızanın kapıları da aralanıyor. Bir resmi, baktıkça daha çok görmek gibi, kokuları daha berrak bir algıyla kavrıyorum. Daha çok hatırlıyorum. Çocukluğumun elma şampuanlı banyoları. Okul günlerinin telaşlı sabahlarında, babamın traş losyonu. Annemin evin içine dağılan parfümlü rüzgârı. Lise kantininde, piralin çikolatalı tostun ılık kokusu. Çam kokulu piknikler, ıhlamur ağaçları, denizin tuzlu serpintisi… Uzak bir şehrin mutlu yalnızlığı, kocama âşık olduğum bahar günleri, oğlumun bebekliği… Her koku bir yolculuk daveti.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.