Âşık Bir Kadının Günlüğü

Mutluluğun tanımlarından biri de zamanı unutmak. Geçmişin yükünden, geleceğin endişelerinden sıyrılıp, şimdinin içine yerleşebilmek. An’ı yakalamak, şimdide kalabilmek, şimdinin gücüne varmak… Spiritüel tartışmalardan kişisel gelişim tavsiyelerine, mutluluğu sorgulayan pek çok konuda epeydir dolaşımda; ‘’şimdi’’. Zihnin, şimdiye en uzak olduğu hallerden biri ise aşk. İster mutlu, ister mutsuz etsin; aşk, insanın kendine en çok kapandığı; kimi zaman güzel hayaller, kimi zaman ıstıraplı düşüncelerle kendi içinde kaybolduğu bir karanlık. Belki de en çok âşık insan için cennet de cehennem de kendi zihninde. Tıpkı Meliha Hanım’ın zihninde olduğu gibi…

Yıl, 1915. Meliha Hanım, Çanakkale Savaşı sırasında, Gelibolu’da, bir cephe hastanesinde gönüllü çalışan bir hemşiredir. Acının ve ölümün kuşattığı bir yerdir burası. Koridorlar, birbirine yaslanıp inleyen yaralılarla doludur. Annesinin, evladının, sevdiğinin ismini sayıklayanların sesleri duvarlarda yankılanır. Kloroform, Alman yaralılar için saklandığından, feryat figan ameliyat edilen, canhıraş çığlıklar altında kolu bacağı kesilen Türk askerleri; tabut gibi yan yana uzanmış karyolalar ve ölümün çoktan nüfuz ettiği genç bedenler… Tüm gerçekliği ile bir cehennem. Ve tüm bu gerçekliğe rağmen kendi düşüncelerinin peşine takılıp giden, kendi girdaplarında kaybolan Meliha Hanım. Karin Karakaşlı’nın 10 Ekim 2015’te, Agos’ta yayımlanan yazısında söylediği gibi ‘’Meliha Hanım, en katı gerçeğin, ölümün karşısında bile, o anda kalmayı başaramaz ve sürekli geçmişe, kendisini terk ederek başka bir kadınla evlenen Celaleddin Bey’e yönelir.’’

Zabel Yesayan’ın kitabı Meliha Nuri Hanım, günlük gibi kurgulanmış, yalnızca kırk beş sayfalık bir novella. Aşk acısıyla yaralanmış bir kadının, iç sesinden bir hikâye.

‘’Celaleddin, sen hayatımın celladı oldun ve yüreğimin en derininden nefret ediyorum senden. Ateşler içinde ve severek nefret ediyorum.’’

Meliha-Nuri-Hanim_1444123791
Mehmet Fatih Uslu, her cümleyi ruh dolu bir incelikle Türkçe’ye kazandırmış.

Celaleddin Bey, üst düzey bir Osmanlı subayıdır ve cephe dönüşü hastaneyi ziyaret edecektir. Meliha Hanım’ın gönlünde uğuldar durur. Onu hem geçmişe sürükler hem de tekrar karşılaşacakları geleceğin hayaline. Bazen uykusundan uyandığında, uzaktan gelen gürültünün top atışı olduğunu unutur, Meliha Hanım. Aklı, eski günlere kayar. Top sesleri, zihninde Marmara’nın dalgalarına dönüşür.

Onu geçmişe taşıyan tek kişi Celaleddin Bey değildir. Bir de Remzi Bey vardır. Çalıştığı hastanenin başhekimi Remzi Bey, Meliha Hanım’ın büyüdüğü köşkün bahçıvanının oğludur. Çocuklukları neredeyse birlikte geçmiştir ve ta o eski günlerden beri Meliha Hanım’a âşıktır. Şimdi, aralarında parlayan her kıvılcımlı an, Meliha Hanım için çelişkilerle yüklenir çünkü ona göre tek bir Remzi yoktur. Bir yanda kendini beğendirmek istediği başhekim Remzi Bey vardır; öte yanda, evin eski hizmetkârının, bir türlü beğenemediği köylü çocuğu Remzi…

Yıkıntılar Arasında

Bunca katmanlı ve derin bir hikâye, nasıl şiir sadeliğinde anlatılabilir? Zabel Yesayan’ın dehası, bunu mümkün kılmış. Daha ilk cümleden itibaren Yesayan’ın büyüsüne kapıldım. İlk cümleden itibaren onu merak ettim.

Zabel Yesayan, 1878’de, Zabel Hovhannesyan ismiyle, İstanbul’da dünyaya gelmiş; hali vakti yerinde bir ailenin Üsküdar’daki konağında. Şiirleri, edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başladığında 17 yaşındaymış. Babasının ısrarı ile gittiği Paris ve Sorbonne Üniversitesi, yalnızca kendi özel tarihinde değil; Ermenilerin tarihinde de bir mihenk taşı olmuş: Yesayan, üniversite eğitimi alan ilk Ermeni kadın. Paris’teyken, eskiden beri tanıdığı ressam Dikran Yesayan’la evlenmiş. İki çocukları olmuş. 25 yaşındayken ilk romanı Bekleme Odasında yayımlanmış. Jön Türk Devrimi’nin ardından İstanbul’a dönmüşler. Yesayan, tarihe not düşecek olan eserini, İstanbul’a geldikten kısa süre sonra kaleme almış: 1915’e giden yolun taşlarını döşeyen, Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini, 20 bin Ermeninin öldürüldüğü Kilikya Katliamı’nı anlattığı kitabı Yıkıntıların Arasında‘yı. Yaşananları, olayın tanıklarından dinlemek için üç ay boyunca Çukurova’yı gezmiş, Yesayan. Yalnızca beş yıl sonra, benzer bir trajediden kaçmak zorunda kalacağından henüz habersizken…

zabel

Meliha Nuri Hanım‘ın katmer katmer açılan hikâyesinde, bir de Ermeni doktor vardır. Meliha Hanım’ın çalıştığı hastanede görevli, Kayserili bir adamdır. Neredeyse tüm ailesini Tehcir’de kaybetmiş; yaşadığı ağır acılara rağmen sabahtan akşama kadar ameliyatlara girip çıkan, durmadan çalışan, sessiz bir adam. Meliha Hanım’ın gelgitli ruhu, yalnızca Ermeni doktorun karşısında mutlak bir durgunluğa bürünür. Ona öyle nefret duyar ki nedenini, niçinini sorgulamak aklına gelmez. Milliyetçi hisleri en çok onun karşısındayken köpürür ve Meliha Hanım’ı bir ruh körlüğüne mahkûm eder. Ne doktorun acıları ne sürgün edilen Ermeni kafilelerin hikâyeleri, onu duygulandırmaya yeter. Buna izin vermez çünkü. Ermeni doktora karşı içinden kurduğu keskin cümleler, bir insanın yaşadığı acılara kör sağır kalmanın zalimliğini ortaya serer. Ve şunu hatırlatır: Bir halkın acılarını yok sayma zalimliğinin, tek bir insanın acılarını yok saymakla başladığını.

24 Nisan 1915’te, İstanbul’da Ermeni aydın ve sanatçılar öldürülürken, Zabel Yesayan, önce bir hastanede saklanmış. Ardından kendini Rum bir terzi olarak tanıtarak Bulgaristan’a kaçmayı başarmış. Kocası, kızlarıyla birlikte Paris’teymiş. İstanbul’da geride bıraktığı oğluna ise ancak iki yıl sonra kavuşabilmiş.

’Meliha Nuri Hanım’‘ı Ermenice’den çeviren ve her cümleyi, ruh dolu bir incelikle Türkçe’ye kazandıran Mehmet Fatih Uslu, Yesayan’ın, kitabı 1925’te, Paris’te yazdığını söylüyor. Uzun yıllar Paris’te yaşadıktan sonra, memleketine bir daha dönemeyeceğini anlayınca, Sovyet Ermenistanı’na yerleşmiş, Zabel Yesayan. Erivan Üniversitesi’nde edebiyat dersleri vermeye başlamış. Ne var ki taşındıktan yalnızca dört yıl sonra, tarihteki bir başka cehennemin içine düşmüş. Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanmış ve Sibirya’ya sürgün edilmiş. Bir daha dönmemek üzere…

Ne zaman, nasıl öldüğü bilinmiyor. Zabel Yesayan’ın Üsküdar’da, bir konakta başlayan hikâyesi; Sibirya’da, kim bilir hangi karanlık yıkıntıların arasında, sessizce son bulmuş. Geriye, romanların ve şiirlerin sesi kalmış. Bir de nar tanesi kadar yalnız bir kadının, her şeye rağmen umudunu hiç kaybetmemiş gibi baktığı bir avuç eski fotoğrafı.