Gökyüzünün Şifası

Geçen yıl bir Kasım akşamıydı. Günbatımı saatlerinde, oğlumla Utrecht Tren İstasyonu’ndan eve yürüyorduk ki bir mucizeye tanık olduk. Hayatın gündelik mucizelerinden birine… Her şey dakikalar içinde olup bitti. Gökyüzü bir anda aşka geldi. Sihirli bir el, şehrin üstüne nar rengi bir ışık serpti ve kendimizi pespembe, saydam bir parıltının içinde buluverdik. Kanalın üstünde, evimize en yakın köprüde durduk. Bizimle birlikte bütün şehir de durdu. Yürüyenler adımlarını yavaşlattı; bazıları yürümekten vazgeçti. Bisikletliler, bisikletinden indi. İnsanlar pencerelere çıktı. Herkes yüzünü göğe çevirdi. Nefesimizi tutup bekledik.

Gökyüzünü daha önce hiç o renkte görmemiştim. Öyle billur parıltılarla alevlendi ki bir an için korkuya dönük bir ürperti duydum. Dünyayla yeni tanışmışım gibi hissettim. Birazdan doğaüstü bir olaya tanık olacakmışım gibi… Pembenin son huzmesi de eriyip kaybolana dek durup kaldık.  O son sihirli ışık dilimi, çatıların üzerinden ilerideki parkın yeşil tepelerine doğru kayıp giderken, arkasından koşan genç bir kadını hatırlıyorum. Belki son bir fotoğraf yakalamak için. Tutup yakalamak mümkünmüş gibi.

Evrene Açılan Pencere

Hepimizin hayatındaki tek sabit şey, gökyüzü. Renkten renge giren o muhteşem çatıyı hepimiz tanıyoruz. Öte yandan o bir muamma. Hiç durmadan değişen bir manzaralar şöleni. Sınırsızlığı ve bilinmezliği ile bir hayalet. O hep orada ama çoğu zaman -belki de hep orada olduğundan- neler vaat ettiğini unutuyoruz. Oysa yalnızca birkaç dakika için bile başımızı kaldırıp seyredecek olsak; varoluşa, hayata, kendimize dair bulacağımız ne çok şeye sahip! Bizi, zihnimizin kıskacından kurtaracak, zamanı genişletecek, hayatta olmanın sade mutluluğunu hissettirecek bir mucize gökyüzü. Evet, aslında bu kadar kolay bir mucize.

Okumayı çok sevdiğim doğa kitaplarında sıkça rastladığım yeni bir kavram var: ekopsikoloji. Doğa ile olan ilişkimizi anlamlandırmak ve iyileştirmek amacıyla ortaya çıkan bir bilim dalı bu. Hem düşünce hem duygu dünyamızın esas içeriğini, doğayla kurduğumuz ilişkinin belirlediğini söylüyor. Doğayı görüp fark ettiğimiz, doğa ile geçirdiğimiz her an’ın, kendi benliğimizle bütünleşmemizi sağladığını savunan; insan psikolojisini ekoloji ile kucaklayan bir akım.

Gür bir ormanda yürümek; sahilde dalgaları seyretmek; bir şelalenin çağıltısında veya göle düşen yağmur damlalarında kaybolmak; heybetli dağlara dalıp gitmek… Tümü de doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlatan güzellikler. İyi de hayat bize her zaman bir orman, bir deniz sunmuyor. Çoğumuz için gündelik hayat, göllerden de dağlardan da çok uzakta geçip giden bir uğraş. Ekopsikolojinin temel amacı; insanı, doğayı bir yabancı gibi görmenin eziyetinden kurtarmak. Bu eziyetin, akla gelen ilk şifası ise her zaman yakınımızda olan gökyüzü.

Yüzümüzü göğe çevirip, kendimizi onun manzarasına bıraktığımızda; zamanın yavaşladığını hissederiz.

Sadeliği, zihnimizi dinlendirir. Yorgun dikkatimiz dirilir. Ufka doğru kanat çırpan birkaç kuş; göğün maviliğinde belirip eriyen bir uçak çizgisi; tül tül, köpük köpük ya da cüsseli, ağır bulutlar… Bize sunduğu tablo ne olursa olsun, az önce kafamızın içinde neredeysek, oradan çıkıp ‘’büyük resmi’’ görmemizi sağlar. Öylesine değişken ve sınırsızdır ki zihnimizde kendi kendimize yarattığımız sınırların saçmalığını hatırlatır. Onun enginliği karşısında, az önce sorun ettiğimiz şeylerin küçüklüğüne hayret ederiz. Hayatın, tıpkı gözümüzün önünden uçup giden bulutlar gibi, gelip geçici olduğunu hatırlarız. Bunu hatırlamak, kalıcı sandığımız yükleri hafifletir. Ve belki de en güzeli; büyük, çok büyük bir varlığın parçası olduğumuzu hisseder; kendi küçük varlığımızda anlam buluruz.

the-nature-fixAkademisyen – yazar Florence Williams, epeydir başucu kitabı yaptığım The Nature Fix’te, hastanelerde dikkat çeken bir gözlemden söz ediyor. Hastalar, diyor; gökyüzünü görebildikleri bir odadaysalar eğer –gece veya gündüz fark etmeksizin- yüzleri, pencereye dönük halde uyuyorlar. Yine benzer şekilde, yattığı yerden gökyüzünü görebilen hastaların, diğerlerine kıyasla daha hızlı iyileştikleri gözlemlenmiş. Cezaevi koğuşlarında; yatağı, pencereye yakın olanların, uzak kalanlardan çok daha az revir ziyaretine ihtiyaç duyduğu; hücre hapsindeyken bile, bir parça gökyüzünün, mahkûmların sağlık durumunda farklılıklar yarattığı tespit edilmiş.

Çocukluğun Yıldızlı Geceleri

Gökyüzünü düşündüğümde, zihnimde ışıklı bir iz bırakan çocukluk geceleri aklıma geliyor. Çocukluk yazlarının, sırtüstü uzanıp yıldızları seyrettiğim geceleri. O saatlerin mutluluğu, içimde öyle derinlere kök salmış ki gökyüzüne bakmış ve çocuk halimle hayatın sırrını çözmüşüm gibi… Baktıkça durduğu yerde büyüyen, büyüyüp kuşatan ebedi karanlıkta; bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızlar. Işıkları ulaşıp bize göründüğünde çoktan sönüp yokluğa karışmış olduklarını öğrendiğim zaman duyduğum ürpertiyi hatırlıyorum. Yıldızlara bakarken aslında geçmişe bakıyoruz. Sırf bunu düşünmenin bile ürpertici bir güzelliği yok mu?

Her insanın uzanıp yıldızlara bakabileceği bir yeri olmalı dünyada.

Florence Williams, doğanın bize sunduğu en özel armağanlardan birinin ‘’huşu’’ hissi olduğunu söylüyor. ‘’Huşu’’ sözcüğünün ruhani bir tınısı var. Yüce bir varlığın karşısında duyulan, hayret ve hayranlık karışımı bir his, huşu. Bize bunu hissettiren her ne ise, hem bütünüyle kavrayamadığımız, bizi aşan bir bilinmezliğe sahip hem de güzelliğe… Kimi zaman bir sanat eserinin karşısında duyarız bu hissi, kimi zaman bir sevgili ile ilk kez el ele tutuştuğumuzda. Bazen yıllar sonra dinlediğimiz bir şarkı, bazen çocuğumuzun kahkahası; bazen yıldızlara bakıp evrende bir toz zerresi olduğumuzu hatırlamak, bazen de bir günbatımı… Öyle derinden hissederiz ki omurgamızda, elektrik akımını andıran tatlı bir ürperti duyarız. İşte o elektrik hissinin fizyolojik bir açıklaması var. Huşu hissettiğimizde, ‘’aşk hormonu’’ diye bilinen oksitosin salgılıyoruz. Oksitosin; omuriliğinin tepesinden başlayıp kalbe uzanan vagus sinirini uyarıyor. Ve bu uyarı, sırtımızı okşayıp giden o uğultulu hisse dönüşüyor. Günbatımını seyretmekle kalmamış, günbatımına sarılmışız gibi…

IMG_9351O akşam Utrecht’te, eve huşu içinde girdik. Günbatımı, sokaktan taşıp evin içine süzülmüş gibi, arkasında pembe bir sis bırakmıştı. Bütünüyle firar etmeden son bir kırıntı yakalarım umuduyla bahçeye çıktım. Renkler silinmişti. Gökyüzü koyulaşmış, yıldızlar görünmeye başlamıştı. Az önceki mucizevi manzara geçip gitmişti ama gökyüzü hâlâ seyirlikti.

Günün birinde, bir yıldız sağanağının altında, Sahra Çölü’nde seyretmeyi isterim gökyüzünü. Ya da Norveç’te, ücra bir sahil köyünün yolunu tutup Kuzey Işıkları’nın peşine düşmeyi… Hayali bile ürpertici güzellikte. Bunlara fırsatım olur mu; bilmiyorum ama olmasa bile aradığım yaşam ürpertisini duymak için bulunduğum yerin bana yeteceğini biliyorum. Tek yapmam gereken; önce duvarların, sonra zihnimin dışına çıkmak ve yüzümü göğe çevirmek.