İstanbul’dan en fazla bir buçuk saatlik uçuş mesafesindeyiz ama Karayipler’de gibiyiz. Akdeniz’in en turistik adalarından birindeyiz ama öyle nefis bir yalnızlıkla çevriliyiz ki dünyanın gürültüsünden çok uzakta, ıssız bir okyanusun ortasındaymışız gibi… Deniz, arkamızda yükselen dağlar kadar durgun. Su, cam mavisi. Kum, uçuk pembe. Enginlere kadar uzanan pürüzsüz maviliğin ucunda, Afrika var. Burası, Afrika’ya göç eden deniz kuşlarının Avrupa’daki son durağı. Burası, dünyada eşi benzeri olmayan kum çiçeklerinin serpildiği, şansı yaver gidenlerin Akdeniz foklarıyla yan yana yüzdüğü bir doğa harikası. Burası Girit’in egzotik cenneti Elafonisi.
O kadar güzel ki bir plaj değil de bir plajın rüyası gibi…
Vahşi Güzel
Elafonisi’ye, kelimenin gerçek anlamıyla, dağları aşıp geldik. Kumsal, Hanya’dan yalnızca 75 km. uzaklıkta ama doğa öyle haşin, vadiler öyle derin, yollar öyle uçurumluydu ki bir plajın değil de kayıp cennetin peşine düşmüşüz gibi mutlu bir serüven hissiyle, az gittik uz gittik. Bazen yüreğimiz pırpır, bazen bir Zen dinginliğinde; kat ettiğimiz her mesafenin hakkını vererek, ‘’Elafonisi’ye gittiğimiz o gün’’ü hiç unutmayacağımızı ta şimdiden bilerek…
Yol boyunca kiliselerin gölgesinde soluklandık. Dağ köylerinde, manzaraya nazır kahvemizi yudumladık. Kayalara oyulmuş manastırların, karanlık mağaraların, dalları bulutlara uzanan ulu ağaçların eteğinden geçtik.
Gelincik tarlalarında, kelebekler uçuştu. Dağ keçileri, iğne uçlu kayalara tırmandı. Üzerimizden kartallar süzüldü.
Göğe tırmanan yollar, baş döndürücü virajlar, soluğumuzu kesen uçurumlar… Her adımda gördüklerimizle mest olduk. İki saatlik yolculuğun sonunda, gökyüzü denizle buluştu ve Elafonisi göründü.
Girit’in en güneybatı ucunda, yaklaşık iki kilometre uzunluğunda, ücra bir plaj Elafonisi. Plajın karşısında, 100 metre kadar ileride, bir adacık; yanı başında bir de lagün bulunuyor. Ada ile plaj arasında, suyun derinliği bir metreyi bile bulmadığından, yürüyerek ulaşmak mümkün. Kum tepeleri, kovuklar, mağaralar ve kendine özgü florasıyla; Akdeniz’in en büyük adalarından birinin ayakucuna yerleşmiş bir mücevher burası. Avrupa Birliği’nin Natura 2000 Çevre Programı ile koruma altına alınmış. Birçoğu endemik olan yüzden fazla bitki türüne ev sahipliği yaptığı düşünülecek olursa, korunup kollanmayı fazlasıyla hak ettiği bir gerçek.
Adayı keşfederken, geniş alanların hasır iplerle çevrili olduğunu fark ediyoruz. Bu alanlara ayak basmak yasak. Kum tepelerini ine çıka, bir botanik müzesini gezer gibi geziyoruz. Yunanca’daki ismi –ammos filos– ‘’kum sevdalısı’’ anlamına gelen kıyı otları, rüzgârda nazlı nazlı sallanıyor. Kum zambakları, kum nilüferleri, kum nergisleri… Deniz havası, çiçeklerin kokusuyla parfümleniyor. Bu narin bitkilerin; kavurucu sıcak, rüzgâr ve deniz serpintisi ile hayat bulduğunu; kumun ortasında büyüyüp çiçeklendiğini düşünmek bile, insana özel bir coğrafyada bulunduğunu hissettirmeye yetiyor. Ardıçların gölgesinde soluklanıp, sonra uzun uzun yüzüyoruz. Rengini, zamanın öğütüp ufaladığı pembe deniz kabuklarından alan kum, suyun berraklığında, her zerresi ile kendini seyrettiriyor.
Tehlikeli Kıyılar
Elafonisi’nin, yabani bir güzelliği var. Evcilleşmeyi hep reddetmiş; tarih boyunca, Akdeniz’in tekinsiz kıyılarından biri olmuş. Antik Yunan’da, deniz tanrılarının öfkesini dindirmek umuduyla adaya bir tapınak inşa edildiği düşünülüyor. Uzun yıllar korsanlar mesken tuttuğundan, saklı hazinelerin hayali ile nice maceraperest buraya akın etmiş.
Hepsi bir yana, Elafonisi’nin karanlık yüzünü en çok açık eden, deniz kazaları. Civarda, irili ufaklı çok sayıda enkaz mevcut. İçlerinde en meşhuru ise Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun Titanik’i sayılan Imperatrix. Tam 110 yıldır, adanın en batı ucunda, 15 metre derinlikte yatıyor. Mumbai’ye gitmek üzere, yüzlerce yolcusuyla Trieste’den yola çıkan gemi; 28 Şubat 1907’de, Elafonisi açıklarındaki sarp kayalıklara çarparak batmış. Kazazedelerin bir kısmı, gecenin ortasında suya atlayıp yardıma giden köylüler tarafından kurtarılmış. Bir kısmı, enginlere sürüklenip kaybolmuş. Denizden çıkarılan kurbanlar ise adada, isimsiz bir mezarlığa gömülmüş. Bugün, adanın kilisesi Agia İrini’nin yanı başında, felaketin ardından inşa edilen bir deniz feneri yükseliyor.
Güneş alçalmaya başladığında, Elafonisi’den ayrılmaya hazırlanıyoruz. Yolumuz uzun. Yolumuz karanlığa bırakılmayacak kadar dönemeçli, uçurumlu, esrarlı. Son bir kez durup seyrediyorum. Uzakta, denizin gökyüzünde eridiği çok uzaklarda, bir gemi yol alıyor. Uçsuz bucaksız suyun üstü, safir rengi parıltılarla hareleniyor. Bir sonsuzluk hissi ile dolduğumu hissediyorum. Rüzgâr sırtımı okşuyor. Havayı derin derin kokluyorum. Ta içimde bir hasret büyüyor. Tüm dehşeti ve güzelliği ile Elafonisi’yi şimdiden özlüyorum. Bu hissettiklerimi bir çocuk bedeninde taşıyor olsaydım, ‘’Gitmeyelim’’ diye ağlardım.
‘’Anne, yine gelelim’’ diyor oğlum. Yanakları güneşten elma kızılı, kirpiklerinde tuz tanecikleri.
Elafonisi’den adım adım uzaklaşırken ‘’Bence de Aliciğim’’ diyorum, ‘’Yine gelelim.’’
Elafonisi bir hatıra artık. Dünyanın en güzel plajının hatırası… Bizi şimdi, göğün mavisine yaslanmış heybetli dağlar bekliyor.
En üstteki kuşbakışı fotoğraf ile kum zambağının fotoğrafı, Lonely Planet’in Greek Islands kitabına aittir.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.