Bir Şehri Neden Severiz

‘’İnsanlar, şehirlere benzer’’ diyor genç bir yazar. ‘’Hepimizin çıkmaz sokakları, saklı bahçeleri, ince çatlakların arasından papatyaların serpildiği kırık dökük kaldırımları bulunur. Oysa çoğu zaman birbirimize gösterdiklerimiz, gökdelenlerin ya da cilalı meydanların kartpostal manzaraları olur.’’ Hilary Smith, Wild Awake isimli gençlik romanında söylüyor bunları.

İnsanları, şehirlere benzetmek aklıma gelmemişti ama şehirleri, insanlara benzetirim. Bir insandan hoşlanmakla, bir şehirden hoşlanmak arasında çokça ortak yan bulurum çünkü her insan gibi, her şehrin de kendine özgü bir mizacı vardır. Kimini ilk görüşte severiz, kimini tanıdıkça. Kimisi, konuşacak şey bulamadığımız yavan ruhlar gibi, hiçbir duygu uyandırmaya yetmez. Bir de görür görmez hoşlanmadıklarımız vardır ki bana kalırsa en az onlar hakkında yanılırız.

7Sevdiğimiz bir şehrin sokaklarını yürürken, tıpkı sevdiğimiz birinin yanındayken olduğu gibi, kendimizi rahat hissederiz; ne eksik, ne yanlış, ne tehdit altında. İlgimiz arttıkça onu daha yakından tanıma isteği duyarız. Ara sokaklarında kaybolmak, yeni bir manzara keşfetmek, sadece bize fısıldayacağı bir sırla buluşmak için hevesimiz olur. Sevmeye hazırlandığımız ister bir insan ister bir şehir olsun, görünürdeki tüm farklılıklara ve yabancılıklara rağmen; ta derinde, içimizin çekirdeğinde bir yerde benzeştiğimizi biliriz. Ve belki de en güzeli budur.

Aslında çok da karmaşık sayılmaz. Gür bir kahkaha, tatlı bir nezaket, dimdik bir sırt… Bir insanı sevmek için bazen tek bir sebep yeterli gelir. O tek sebep her ne ise, o insana dair biriken duygu ve düşüncelerimiz, onu fark etmenizle birlikte yeni bir anlama bürünür. ‘’Tamam’’ deriz, ‘’Bu insandan hoşlanıyorum. Hatta seviyorum onu.’’ Ne mutlu bir andır ve o tek sebep yeter! Bir şehri sevmeye, bazen tek bir an’ın yeteceği gibi.

Beethoven’ın Caz Hali

1Utrecht’i sevdiğimi, çok sevdiğimi fark ettiğim o ilk an’ı hatırlıyorum. Bir yaz akşamı, uzun bir yürüyüş yapmak üzere evden çıktım. Saat sekizi geçmişti. Gökyüzü gündüz mavisi, güneş hâlâ pırıl pırıldı çünkü kuzeyin akşamları aydınlıktır. Sokağa adım attığımda, her defasında yaptığım gibi bir an için durup seyrettim. Utrecht’teki evimiz, şehrin en eski kanalının kıyısında, kaldırım taşlarıyla döşeli aydınlık bir köprünün karşısındaydı. Üç katlı bir binanın giriş katı. İlk kez bir Nisan günü, havaalanı hengâmesi ve uçak yolculuğunun etkisiyle zihnim uğul uğul, taksiden inip evin önünde durduğumda; durup ilk kez gördüğüm manzara, benim için Utrecht’in yüzü olmuştu: Yeşil dalların arasında, mücevher güzelliğinde bir sokak lambası. Dalların üzerinde, gökyüzünün berrak maviliğine çizili resim gibi çatılar. Utrecht’in zihnime yerleşen bu ilk resmi, bir buçuk yıl boyunca defalarca gelip kaldığım evde pekişti.

8Evimizin ön cephesi, duvar yüksekliğinde iki geniş pencere ile sokağa açılıyordu. Evin içindeyken bile sokakta geçip giden hayatın bir parçasıydık. Pencerelerin, sesleri yalıtan kalın camları sebebiyle, sessiz film gibi önümüzden akan, yabancı ama dost bir hayatın… Kimi zaman yatakta uzandığım yerden, tül perdelerin arkasından gelip geçeni seyrederdim. Bazen çalışma masasında oturmuş yazıp çizerken, köprüden kayıp giden bisikletlilere takılırdı gözüm. Bazen de perdelerin önüne geçip pencereye sokulur, aradaki cam paravan olmasa, elimi uzatıp dokunabileceğim kadar yakınımda görünüp kaybolan yabancı yüzleri takip ederdim. Bazılarıyla göz göze gelir, birbirimize gülümserdik. O pencerelerden Utrecht’i her haliyle gördüm. Haftasonu cümbüşünde, fırtına ıssızlığında, gün doğumunun altın renklerinde, gecenin sisli karanlığında…

ut2Onu çok sevdiğime karar verdiğim o ışıklı yaz akşamı, sokağa çıktım ve tanıdık manzarayı içime çektim. Sonra soldan yürüyüp, kaldırım masalarında hep aynı yüzlerin oturduğu mahalle barı Morgenster’in önünden geçtim ve köşeyi dönüp kiliseli sokağa girdim. Utrecht böyledir benim için. Defalarca yürüsem de, her seferinde sanki ilk kez görüyormuşum gibi taze gözlerle baktığım sokaklarla doludur. Kiliseli sokak da bunlardan biriydi. Sokağın iki yanında, kapı penceresi çiçeklerle bezeli, iki-üç katlı evler sıralanırdı. Sokak lambalarının boynunda, kırmızılı-pembeli çiçeklerden birer kolye. Sokağın sağa doğru kıvırılıp küçük bir meydana açıldığı köşede, kiremit rengi kilisenin görkemli binası yükselirdi.

Meydana vardığımda, her defasında bir şey beni durdururdu. Bir tablonun karşısında neden durmak isterse insan, aynı hislerle dururdum.

ut 01O gün yine kiliseyi boylu boyunca seyredebilmek için meydanın sağ köşesine çekildim. Akşamın sakin ışığında, çatılar kalemle çizilmiş gibi belirgindi. Meydanın bitimindeki parkın yeşili, her zamankinden daha diri. Utrecht’in gönlüme nüfuz ettiği pırıl pırıl bir akşam saati… İşte tam o anda müzik başladı. Çalan Beethoven’in Für Elise’siydi ama kıpır kıpır bir caz ezgisiyle. Önce evlerden birinden geliyor diye düşündüm ama sesler o kadar yakındı ki sanki meydanın ortasında müzik çalıyorlar gibi. Hemen ardından kadın kahkahaları yükseldi ve işte o zaman onları gördüm. Kiliseye bakan üç katlı binalardan birinin önüne bir masa çekilmiş. İki genç kadın oturmuşlar. Masada bir şişe beyaz şarap, iki kadeh ve bir kâse çilek. Evin kapısı sonuna kadar açık. Für Elise’nin caz notaları, o kapıdan sokağa yayılıyor… O anda, Utrecht’e dair biriktirdiğim tüm duygu ve düşünceler, bu iki kadının varlığında buluştu ve onların manzarasında bir sembole kavuştu. Utrecht zihnimde bir film olsaydı eğer, bu iki kadının görüntüsü filmin afişi olurdu. Her şey, tam da onun ruhuna uygundu çünkü. Davetkârlığı, huzuru, neşesi; meydana dağılan müzik gibi, klasik ama genç hissiyle… Evet, benim için Beethoven’ın caz hali, Utrecht.

Essaouira’dan St. Petersburg’a 

2Filozof-yazar Alain de Botton; kurucusu olduğu, iyi ve akıllı yaşamak üzerine odaklanan eğitim şirketi ‘’The School of Life’’ın yayınlarından birinde; bir şehri cazip kılan altı temel nitelikten söz ediyor. Onun satırlarını okurken, sıraladığı özellikleri öyle yakıştırıyorum ki bunları yazarken aklında Utrecht mi vardı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

‘’Öncelikle düzen’’ diyor Alain de Botton. Cazip bir şehrin bir düzeni olmalı. Sözünü ettiği ruhsuz, steril bir nizam değil ama kaos da değil. Dağınıklığı, sere serpeliği, küçük kargaşalarıyla da insana kendini güvende hissettiren bir düzen. Utrecht’in labirentler çizen sürprizli sokaklarını arşınlarken bile, hiçbir zaman kaybolmuş hissetmedim kendimi. Hollanda’nın en yüksek yapısı ve şehrin sembolü Dom Kulesi, pusulam oldu çünkü her köşe bucaktan gördüm onu. Görmediğim nadir zamanlarda ise kanal kıyılarını takip ettim ve her defasında şehrin kalbine ulaştım.

Alain de Botton’un sözünü ettiği bir başka nitelik, tam da bu duruma işaret ediyor.

Cazip bir şehir, insana yönünü tayin etme imkânı verir ama bir yandan da gizemini korur.

3Görünenden fazlasını sunduğunu bilir, onu merak ederiz ama girdapların içinde boğulmayız. Aklıma, aynı ülkenin bu anlamda iki zıt şehri geliyor: Kazablanka ve Marakeş. İlki, ismindeki tınıya rağmen egzotik olmaktan ne kadar uzak ve sıkıcıysa; ikincisi de haddinden fazla ‘’esrarlı’’. Oysa güven ve gizem hislerini kararında harmanlamış bir başka Fas şehri var benim için: Essaouira. Bunu sağlayan ise Alain de Botton’un sözünü ettiği üçüncü nitelik: Ölçek meselesi. Büyük ve göz alıcı olanla, küçük ve gönül okşayıcı olanın uyumu. Bir yanda meydanlar, öte yanda saklı avlular. Bir yanda uçsuz bucaksız kumsal, kale duvarları, müzeler; diğer yanda daracık sokakları, sıradışı dükkânları, nakışlı evleri ile küçük hazineler… Hollanda’nın Utrecht’i ile Fas’ın Essaouira’sı arasında ortaklık bulmak abes gelebilir ama bir düşünün: Birbirine hiç benzemeyen iki insanı, benzer sebeplerle sevdiğiniz olmadı mı?

6Gelelim Alain de Botton’un listesindeki bir başka cazibe niteliğine: Hayatın görünür olması. Bir şehir, istediği kadar doğal güzellikler ve mimari harikalarla bezeli olsun; sokaklarında hayat akmıyorsa eğer, kuru bir dekordan fazlasını vaat etmiyor. Duvarlarla çevrili sitelerin, kapalı kapıların, karanlık pencerelerin ardında sürüp giden hayat, bir yanıyla ölü bir hayat çünkü. Meydanlar dolmalı. Kafeler, parklar, pazar yerleri, sokak tezgâhları; bizi dışarı çağırmalı. Yaşadığımız şehirde, sokağa çıktığımızda mutlu muyuz? Belki de birçok şey, bu sorunun cevabında saklı.

Hayatın en görünür olduğu şehirlerin, öğrenci şehirleri olduğunu düşünüyorum. Öğrencilik, insanın hem kendini hem özgürlüğünü keşfettiği özel bir dönem ve üniversite şehirleri, bu keşfin enerjisine sahip. Utrecht Üniversitesi, Avrupa’nın en köklü eğitim kurumlarından biri ve Hollanda’nın en büyük üniversitesi. Öğrenci nüfusu, şehrin ikliminde öyle belirleyici ki şehirlere kişilik kazandıran en renkli unsurlardan biri sayılan ‘’sokak modası’’ bile onlar sayesinde varlık buluyor. Yalnızca kültür ve sanat takviminde değil; her yönüyle şehrin sosyal peyzajının içinde öğrenciler. Parklar ve kitapçılar hep doludur, Utrecht’te. Festivallerin biri biter, biri başlar. Özellikle akşamüzeri saatlerinde şehrin nabzı hızlanır. Meydanlar hareketlenir. Sokaklara tatlı bir şamata dağılır. Ve bana kalırsa gençlik, bulaşıcıdır.

ut11Cazip şehirlerin bir başka özelliği, kompakt oluşlarıdır, diyor Alain de Botton. Bir başka deyişle, şehir dediğin, yürünebilmeli. Şehir dediğin, yaya dostu olmalı. St. Petersburg gibi. Barselona gibi. Prag, Edinburgh, Utrecht gibi. Derli toplu şehirlerin şöyle güzel bir hissi var: Nerede olursanız olun, kendinizi evinize yakın hissediyorsunuz ve bu durum, şehri, eviniz gibi benimsemenizi kolaylaştırıyor. Gözümü kapadığımda, sokaklarını adım adım, ezbere dolaştığım iki şehir var. Biri elbette Utrecht. Diğeri ise aradan geçen onca zamana rağmen St. Petersburg. St. Petersburg sokaklarına ilişkin tek bir mutluluk fotoğrafı seçmem gerekse, kocamla evimizden çıkıp Mikhailovsky Tiyatrosu’na yürüdüğümüz akşamları seçerdim. Evinden operaya yürümek, evinden operaya yürüyebildiğin bir şehirde yaşamak; mutluluk değilse nedir?

ut 8Ve Alain de Botton’un sıraladığı son nitelik: özgünlük. Cazip bir şehir, tıpkı cazip bir insan gibi, şahsiyet sahibi olmalı. Herkese benzemeyen, kendine has ve hakiki. Tarihi yalnızca arşivlerde değil; şimdinin içinde saklı. Yalnızca büyük müzeleri ile değil; yerel sanatçıları ve küçük galerileri ile de sanat ve kültür damarı güçlü. Kokuları, lezzetleri, güzellikleri ve tuhaflıkları ile kendi gibi.

utc

Kiliseli meydanı arkamda bırakıp parka girdim. Şehrin ve gür yeşilliğin ortasından boz bir kurdele gibi uzayıp giden kanal boyunca, asırlık ağaçların gölgesinde yürümeye devam ettim. Kanalın iki yanında tekneler dizili. Issız tekneler değil bunlar; hepsinde hayat var. Akşam güneşine nazır kahvesini yudumlayanlar, sarmaş dolaş sevgililer, aile sofraları, güvertede oynayan çocuklar, kucağında köpeğiyle parkın sessizliğini dinleyenler… Tekneler, köprüler, heykelli bahçeler, ağaçlar ve çiçekler boyunca yürüdüm. Sonra parktan çıktım; neredeyse omuz genişliğinde, loş bir sokaktan geçip konservatuvar meydanına vardım. Müzik aletlerini sırtlanmış gençler, belki de bir akşam provasına giderken; kulağım açık pencerelerden kırpık kırpık dağılan ezgide, onlardan biri olduğumu hayal ettim. Sonra beni Dom Kulesi’nin eteğine taşıyacak olan geniş sokağı yürüdüm; kulenin altındaki kemerden şehrin en sevdiğim meydanına, Domplein’a geçtim.

ut3Meydanın ortasında bir heykel yükselir, Domplein’da. İkinci Dünya Savaşı’nda çarpışanların hatırası için dikilmiş bir heykeldir bu. Elinde taşıdığı meşaleyi gururla havaya kaldırmış, on metre yüksekliğinde, endamlı bir kadın heykeli. Utrecht’te Direniş’in sembolü bir kadın. Tıpkı yaratıcısı heykeltıraş Corinne gibi. Başımı kaldırıp gözlerini bulmaya çalışıyorum. Onu seyrederken yola çıktığımda, kiliseli meydanda rastladığım o iki kadın geliyor aklıma.

Bir şehri neden severiz?

Alain de Botton söylediklerinde baştan sona haklı. Ama onun sözlerine benim de ekleyeceğim bir şey var. Bir şehri cazip kılan, hayatın görünür olmasının ötesinde, kadınların görünür olması. Her şehir, kadınların güvende ve mutlu hissettiği ölçüde, mutlu ve cazip çünkü. Evinin önünde kahkahalarla müzik dinleyen o iki Utrechtli kadın gibi… Onlarla tanışmıyorum. Tesadüfen rastlaştık. Yine de ta derinde, içimin çekirdeğinde bir yerde, benzeştiğimizi biliyorum. Ve evet; belki de bu en güzeli.