Tatlı Kız Sendromu

 

Duygulara uzak ve yabancı, empati becerisinden yoksun kadınlar tanımışsınızdır. ‘’Acı bir haber aldım’’ der,  üzüntünüzü paylaşmak istersiniz; ‘’Hı hı’’ diye geçiştirip lafı kendi sinüzit ağrılarına getiriverir. İçinde bulunduğu ortamın duygusal iklimini tartabilen, ince ruhlu erkekler de tanımışsınızdır. Gözleri görür, kulakları işitir. Hiçbir şey yapmasa anladığını hissettirir. Kadının da erkeğin de her türlüsü mevcut ve konu insan olduğunda, genellemelere girişmek riskli. Öte yandan farklı olgular arasında bağ kurabilmek ve hayatı sadeleştirebilmek için bilimin genellemelere ihtiyacı var. Konu, bir muamma olan insan ruhu olsa bile. Psikoloji bilimine göre az önce sözünü ettiğim kadın da erkek de türlerinin genel niteliklerini yansıtmayan, nadir örnekler. Genel olarak ne kadınlar duygu acemisi ne de erkekler empati dehası. Aksine! Kadın ve erkek davranışlarının genel hatları, duygusal zekânın kadınlarda çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.

Bizler, erkeklerden daha sosyal varlıklarız; sosyal ilişkilerde daha ustayız. Duyguları daha hızlı algılarız. Yüz ifadelerini ve beden dilini okumada mahiriz. Ne var ki bu üstünlüğün hayatımızdaki etkisi, bize fayda sağlamakla sınırlı değil. Madalyonun bir de öteki yüzü var. İlk bakışta bir avantaj gibi görünse de başkalarının ne hissettiğini kavrama yeteneğimiz, diğer bir yanıyla hayatı zorlaştıran, bizi kısıtlayan bir külfet.

Bizleri, başkalarının düşüncelerine ve duygularına karşı fazlaca duyarlı kılan bir zaaf…

Bizim tarihimiz, sırf kadın olduğumuz için maruz bırakıldığımız güçlüklerle, engellerle, eziyetlerle yüklü. Fiziksel olarak avantajlı değiliz. Ekonomik, siyasi, hukuki gücümüz olmadığı için tarih boyunca erkeklerin hükmünde yaşadık. Zayıf ve korunmasız bırakıldık. Oysa her insan gibi beynimiz, potansiyel tehlikelere karşı tetikte olmaya koşullanmıştı ve her canlı gibi en temel dürtümüz, hayatta kalabilmekti. Üstelik bu dürtüyü bizim için fazladan pekiştiren bir gerçeklik daha vardı: annelik. Yalnızca kendimizi değil, yavrumuzu da korumak ve yaşatmak zorundaydık. Bu yüzden de erkekler dünyasının karşısında, bize avantaj sağlayacak farklı stratejiler ve beceriler geliştirdik. Sosyal ve duygusal zekâmız, işte bu becerilerin ürünü. Binlerce yıldan sonra tüm bunlar, artık yalnızca birer beceri değil, elbette. Kadınlık tarihinden bize miras kalmış, DNA’mıza işlemiş davranış biçimleri. İşte bu davranış biçimlerinden biri de kendini hoş ve sevilesi gösterme ihtiyacı. Başkaları bizi onaylasın, başkaları bizi sevsin ve beğensin ki bize zarar vermesin…

İçimizdeki Düşman

Kariyer sahibi olsun olmasın, her kadının okuması gerektiğine inandığım bir kitap var: Playing Big: Practical Wisdom For Women Who Want To Speak Up, Create and Lead. Kitabın yazarı Tara Mohr, ‘’Çoğu kadının kafasının içinde onu durmaksızın eleştiren, kınayan, azarlayan bir ses mevcuttur’’ diyor. ‘’Kendimizi başkalarının gözünden görmeye ve yargılamaya öyle derinden güdümlenmişiz ki bu iç ses, bizim sesimiz değil oysa; başkalarının sesi.’’

tara mohrTara Mohr, kendini haddinden fazla eleştirmenin, kendine karşı insafsız davranmanın da bir tür güvenlik dürtüsü olduğunu söylüyor. Başarısızlık ve hayal kırıklığı gibi olası risklere karşı kendini sağlama alma çabası. Ve dahası, başkalarından gelecek eleştirilere karşı bir duygusal önlem.

Ah, o başkaları! Neden bu kadar mühimler?

Başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüne, ne hissettiğine öncelik vermenin başlıca iki sonucu var: Eleştiri korkusu ve takdir bağımlılığı. Bir başka deyişle ‘’sevilmeme’’ endişesi ve beğenilme, onaylanma açlığı. Oysa bize yöneltilen her eleştiri / her takdir, bizden çok o eleştiriyi / takdiri ifade edene ait. Bizim değil, öncelikle ifade edenin gerçekliği. Onun duygu ve düşünce dünyasının ürünü. Sırf bunu akılda tutmak bile, başkalarının ağzından çıkan her söze fazlaca önem bahşetmemeyi öğretebilir bize. Eleştiri karşısında un ufak olmamak; takdir edilmenin tadını çıkarmak ama takdire muhtaç hissetmemek. Ve en önemlisi, hayata ve kendine, başkalarının değil; kendi gözlerinle bakabilmek…

Kolay değil, tabii.

Çocukluğumuzdan itibaren o kadar çok kadının, öyle zalimce eleştirildiğine, yargılandığına tanık olduk ki o kadınlardan biri olmaktan korkuyoruz.

Kadın bedeninin lime lime tenkit edildiği, hatta alay ve aşağılama aracı yapıldığı bir dünyada mesela, kendi bedenlerimizle ne ölçüde özgür bir ilişki kurabiliriz? Kaç kadın aynaya baktığında yüzünü, bedenini öncelikle kendi gözleriyle görmeyi başarabilir?

Kadınlara yönelik her eleştirinin, eleştiri konusunu aşıp şahsi bir yergiye dönüştüğü bu dünyada, kadınların görünür olmaktan çekinmesi; uysal, sempatik ve tatlı davranmaya uğraşması hiç de anlaşılmaz değil. Mesela televizyondaki tartışma programları, çapsız ve biçimsiz onca erkek yorumcuyla doluyken; siyaset uzmanı bir kadın, neden ve ne hakla yalnızca düşünceleri üzerinden değil de gençliği/yaşlılığı, güzelliği/çirkinliği üzerinden eleştiri konusu edilir?

Bir başka örnek: Hillary Clinton. Seçimi kaybetmesinde etkili unsurlardan birinin ‘’sevimsiz’’ olması yazılıp çizilmedi mi? Trump’tan daha mı sevimsizdi, yoksa onu ‘’sevimsiz’’ kılan, bir kadın olarak dünyanın en güçlü ülkesini yönetmeye talip olma cüreti miydi?

Ne kadar çok bağırırsa popülerliği o kadar artan erkek liderleri düşünün ya da. Aynı gürültüyü bir kadın çıkaracak olsa başarı şansı bulur muydu?

Neden kadınlar hayatın her alanında ‘’sempati güzeli’’ olmak zorunda?

Erkekler İçin Meziyet, Kadınlar İçin Kusur

Şu bir gerçek: Erkeklerin tatlı ve hoş, sempatik ve sevilesi görünmek gibi bir derdi yok. Dert bize ait. Hatta söz konusu güç, başarı, iktidar gibi durumlar olduğunda, bir kadında ‘’sevimsiz’’ görünen bir nitelik, erkek için cazibe unsuru haline gelebiliyor. Bu duruma, en belirgin şekilde ayna tutan kavramlardan biri de ‘’hırs’’ kavramı.

Şu iki cümlenin hissini bir düşünelim.

‘’O çok hırslı bir erkek’’ ve ‘’O çok hırslı bir kadın’’.

Hırslı bir erkek: Güçlü, zeki, başarılı, tutkulu ve tüm bu niteliklerden ötürü çekici.

Hırslı bir kadın: Hırçın, bencil, açgözlü, erkeksi ve muhtemelen güvenilmez. Ve tüm bu niteliklerden ötürü antipatik.

Çok mu abartılı? Belki de değil.

İki yıl önce, Fortune dergisinde yayımlanan bir araştırma var. Araştırma konusu, kadınların ve erkeklerin iş yeri performanslarına ilişkin nasıl değerlendirildikleri hakkında. Ortaya çıkan sonuç şu: Kadın çalışanların yüzde doksanına iletilen olumsuz geri bildirimler, kadınların kişilik özellikleri ile ilgili. Yani kadınların neredeyse tamamı; nasıl kadınlar, nasıl insanlar oldukları yönünde eleştiriliyor. Geçimsiz, agresif, duygusal, asabi, pasif, kavgacı vs diye.

Peki erkekler için durum ne? Yıldızlı pekiyi! Erkek çalışanların aldığı olumsuz eleştirilerin yalnızca ve yalnızca yüzde ikisi, kişilik özelliklerini kapsıyor. Otuz küsur şirketin katıldığı, epey geniş çaplı bir araştırma bu. Ya ortada çok ama çok ciddi bir ayrımcılık var ya da araştırmaya katılan erkeklerin neredeyse hepsi, şahane kişiliklere sahip birer erdem abidesi.

Profesyonel hayat daha çetin mücadelelerle dolu ama kadınlara dayatılan ‘’tatlı kız’’ rolü, hayatın her alanında mevcut. Binlerce yıldır içimizde kök salmış korkuların etkisiyle davranıyoruz. Daha şuruplu bir sesle konuşuyoruz belki. Sözlerimizi hafifletmenin, inceltmenin yollarını arıyoruz. Fazla iddialı, fazla istekli hatta fazla zeki görünmekten çekiniyoruz. Rekabetçi olduğumuz düşünülmesin diye kendimizi ufaltıp azaltıyoruz.

Gereğinden fazla özür diliyor, gereğinden fazla teşekkür ediyoruz.

Ve belki kimi zaman, farkına bile varmadan bir şey daha yapıyoruz.

Bir iddiası olan ve bunu ortaya koymaktan çekinmeyen; hırslarını saklamayan; başarmak isteyen ve başarmak istediği için de rekabet eden; kişiliğini, görmeye alıştığımızdan daha güçlü bir tonda ortaya koyan, herkes gibi düşünmek ve davranmak zorunda hissetmeyen, ‘’tatlı kız’’ olmayı umursamayan hemcinslerimizi, o düşman koroya katılıp benzer şekilde yargılıyoruz.

Kadınlara neden yapıyoruz bunu?

Tutuculuk ve bağnazlık psikolojisine ışık tutan güzel bir sözü hatırlıyorum. Diyor ki, insan kendine hak görmediği şeyi, başkasında görmeye tahammül edemezmiş. Konu, başka kadınların başarısı, gücü ve özgürlüğü değil belki de. Belki de konu yalnızca biziz.

One Comment

Comments are closed.