Instagram Hayatı Nasıl Değiştirir

Norveç’te, ücra bir sahil kasabasında yaşayan genç bir kadın tanıyorum. İsmi Anca. Anca’nın kasabası, hayatımda gördüğüm en büyülü yerlerden biri. İskandinav kışlarının pürüzsüz beyazlığında, yakut rengi balıkçı barınakları; denizin uçsuz bucaksız tenhalığında yapayalnız kayıklar, uçurumun kıyısına tutunmuş böğürtlen çalıları, böğürtlenlerin üzerine tutunmuş ışıklı çiy taneleriyle masal güzelliğinde… Beş yıldır, belki de bin defadan çok gördüm bu kasabayı. Artık benim için öyle tanıdık ki gerçekten gidip görmüşüm gibi. Oysa ne Anca’yla tanışıyoruz ne Norveç’e gitmişliğim var. Beni bu uzak güzelliklerle buluşturan; hayatımda hiç karşılaşmadığım, sesini duymadığım bir kadının fotoğrafları. O hiç tanımadığım kadının gözlerinden, hiç gitmediğim kasabayı avcumun içine taşıyan ise Instagram.

Bir zamanlar telefon denilen alet yalnızca konuşmak için kullanılırdı ve sosyalleşmek için aynı fiziksel ortamı paylaşmak gerekirdi. O hayat artık yok; hayat artık dijital. Akıllı telefonların ve sosyal medyanın olmadığı günleri bırakın hatırlamayı, hayal etmekte zorlanan ‘’elektronik’’ bir nesil var artık. Zaman uçup gitti; büyüdüler bile. Pek yakında dünyayı yönetecekler. Bu bana heyecan veriyor.

Bilgi Çağı, Bilişim Çağı, Dijital Çağ; adı her ne ise yaşadığım çağı seviyorum.

Nostalji hissim epey zayıftır. Eskiyi, sırf eski olduğu için iyi ve masum görmeye; bugünü, geçmişi yücelterek eleştirmeye hiçbir zaman anlam veremedim. Hayat, şimdi çünkü. Ve bugün, insanlığın üzerine çöreklenen her tür kötülüğe rağmen, dünden çok daha fazlasını vaat ediyor. Kötülük zaten hep vardı. Dev bilgi ağının imkânları sayesinde gizlenmesi zorlaştı ki bu bile azımsanmayacak bir kazanım.

 

follow
Her trend gibi sönüp gitmeden önce Instagram’ın en popüler trendlerinden biriydi: ”Follow Me”

Bu imkânlardan biri, sosyal medya. Bugün yedi yüz milyonu aşkın aktif üyesi olan Instagram, sosyal medyanın en yaygın kullanılan platformlarından bir tanesi. İki milyardan fazla kullanıcıyla ilk sırada yer alan Facebook’un epey gerisinde ama Twitter’ın mesela iki kat fazlasına sahip. Instagram’ın esas başarısı, çok kısa süre içinde popüler olması. Birkaç yıl içinde, dünyanın bir numaralı fotoğraf paylaşım platformu haline gelmekle kalmamış, sosyal medyanın en etkin iletişim ağlarından biri olmayı başarmış. Bunun başlıca sebebi, görsellik niteliği. Görsellik, dilin sınırlarını aşan evrensel bir güce sahip ve bizler görsel varlıklarız. Beynimiz, görsel bilgileri daha kolay ve daha hızlı işleme koyuyor. ‘’Papatyalar çok güzel’’ cümlesi ile o çok güzel papatyaların fotoğrafı arasında bir etki farkı var ya; Instagram’ın başarısını yaratan da o fark işte.

 

Fotoğrafın Gücü

Beş yıl önce, oğlumun doğumgünü sabahında, bir plaj fotoğrafı; Instagram’daki ilk fotoğrafım… Bu beş yıl içinde, bin iki yüze yakın fotoğraf paylaşmışım. Gönderi sayımı görünce her defasında hayrete düşüyorum. Instagramsız hayatta bu kadar çok fotoğraf çeker miydim? Hayır. Bugün dönüp baktığımda, o bin iki yüz fotoğrafın tek tek her birini nerede, ne zaman çektiğimi; hangi duygularla filtreleyip paylaştığımı dün gibi hatırlıyorum. Hayret ettiğim bir başka şey de bu: fotoğrafın gücü! Defalarca selamlaşıp konuştuğum ama isimlerini bir türlü aklımda tutamadığım insanlar, okuyup sevdiğim ama adlarını unuttuğum kitaplar varken; o fotoğraflar hafızama sapasağlam yerleşmiş. Yerleşmekle kalmamış, her biri beni eğitmiş. Bana, kendi potansiyelim ölçüsünde, yeni bir görme becerisi kazandırmış. Yaratıcılığımla yeni bir bağ kurmama imkân vermiş. Eskiden sokağa çıkarken çantasında fotoğraf makinası taşıyan biri değildim. Artık bir bakıma öyleyim ve bunu kendi adıma kazanç sayıyorum. Çevreme taze gözlerle bakmak için bir yabancı, merak duymak için turist olmam gerekmiyor. Gündelik hatta vasat olanda yeni güzellikler görmeyi öğrendim ve hakkını vermeliyim; bunu, akıllı telefonuma ve Instagram hesabıma borçluyum.

Fotoğraf çekmekten etrafını göremeyenler, yiyip içtiği her şeyi fotoğraflayacak diye yediğinin tadına varamayanlar, hayatı fotoğraflara sığdırma telaşıyla hayatı kaçıranlar, fotoğraf sanatını banalleştirenler, selfie çekerken uçurumdan düşenler… Hepsinde doğruluk payı var, elbette. Öte yandan bir imkânı iyi/kötü, akıllı/akılsız kılan, o imkânın içeriğinden çok, onu kullananların meselesi. Mona Lisa’nın yakınına kadar sokulup da ona adamakıllı bakmayan, onu görmeyen; sırtını dönüp Mona Lisa’lı on tane selfie çeken Louvre ziyaretçisinin sorunu, akıllı telefonu değil yani. Muhtemelen başka sorunları var. Muhtemelen sorun, kendi aklı.

Neticede Instagram bir tüketim aracı. Onu nasıl kullanıp, nasıl tüketeceğimiz; kendi zevkimize, kendi tercihimize kalmış.

Hayatın birçok alanında olduğu gibi, Instagram’ı tüketim biçimimiz de her şeyden önce bizi anlatıyor. Bütün gün selfie de çekebiliriz ayaklarımızın fotoğrafını da. Bazısı boğazından geçen her lokmayı fotoğraflamak isteyebilir, bazısı her haliyle kedisini. Neysek, onu anlatırız. Kendi adıma, fotoğraf güzel olduğu sürece hiçbirine itirazım yok. Kedilere bayılırım. Hoşlandığım insanların yüzünü görmekten zevk duyuyorum. Ayrıca iştah açıcı bir dilim pasta fotoğrafını, silik soluk bir #nofilter günbatımına tercih ederim.

En Tehlikeli Platform

Öte yandan ortada ciddi bir tüketim problemi olmalı ki Instagram üzerine yazıların çoğu, önemli ölçüde olumsuzluklar hakkında. Okudukça bunun iki sebebi olduğunu gördüm. İlki, Instagram’ın özellikle çocuklarda ve gençlerde yarattığı etkilerin konu edilmiş olması. Kullanıcı profili en genç platformlardan biri Instagram; üyelerinin yüzde yetmişe yakını, otuz yaşın altında. Bu yıl İngiltere’de yayınlanan bir araştırma, çocuklar ve gençler üzerinde yarattığı strese dikkat çekiyor. Royal Society For Public Health’in raporu, lafı hiç dolandırmadan şunu söylüyor: Gençler için en tehlikeli sosyal medya mecrası, Instagram’dır.

Peki neden?

 

hillary
Seviyorsan sırtını dön! Başkanlık yarışında Hillary Clinton ve destekçileri

Yalnızca Instagram’ın değil; Facebook, Snapchat vs. çeşitli sosyal medya platformlarının en fazla eleştirildiği yanı, insanlar üzerinde yarattığı eksiklik ve tatminsizlik duygusu. Kişi, başkalarının hayatlarına ilişkin bilgi kırıntılarına, başkalarının hayatlarından sahnelere maruz kaldıkça; kendi hayatını, o başka hayatlarla kıyaslamaya girişiyor. Bunun sonucunda, kendine ve yaşadığı hayata dair duyduğu memnuniyet azalıyor; değersiz ve noksan hissediyor. Bu durum, her yaştan insanda gerginlik yaratabilir ama söz konusu henüz kimliğini bulmamış gençler olduğunda özellikle yıpratıcı.

 

Aklı başında bir yetişkin, fotoğrafının aldığı ‘’like’’ sayısı üzerinden ne havalara sıçrar ne karalar bağlar.

Zihinsel ve duygusal olgunluğa erişmiş bir insan, paylaştığı fotoğrafın altına düşmanca sözler yazıldığını görürse en fazla hayret eder, sonra da ‘’Ne manyaklar var!’’ deyip yazanı bloklar. Oysa çocuklar ve gençler için durum farklı. Gençlik, insanın kendini henüz tanımlayamadığı; kendi değerinden en çok şüphe duyduğu; başkalarından gelen tepkilere karşı en duyarlı, etkiye en açık olduğu dönem. Bu dönemde sosyal hayatın gerçek hali bile zorluklarla doluyken; gerçeğin türlü biçimlerde manipüle edildiği, çarpıtıldığı, cilalandığı sosyal medya fazladan dertler yaratabiliyor.

Çocuklara ve gençlere yönelik potansiyel tehlike bu kadarla sınırlı değil; çok daha fena örnekleri var. Instagram üzerinden düzenlenen ve on üç, on dört yaşındaki kızların katıldığı güzellik yarışmaları mesela. Bir çocuğun güzelliğini yarıştırmasındaki nice yanlış bir yana, bunun herkese ve her tür kötülüğe açık bir mecrada gerçekleşmesi başlı başına dehşet verici. Neticede, sosyal medya çocuklar ve gençler için bir mayın tarlası. Yalnızca fotoğraf paylaşılan, bu yüzden de Facebook’a kıyasla daha masum ve korunaklı görünen Instagram ise gençleri tehdit eden gizli tuzaklarla dolu. Bu yüzden de gizlilik ayarlarını güçlendirmek ve erişim süresini kısıtlamak için yeni çareler aranıyor.

Bir Varoluş Meselesi Olarak ‘’Selfie’’

Okudukça dikkatimi çeken bir şey daha oldu. Birçok insan için Instagram demek, selfie demek. Instagram üzerine yazılıp çizilen ikinci olumsuzluk da bu selfie meselesi hakkında. 2013’te Oxford Sözlüğü selfie’yi ‘’yılın kelimesi’’ seçmiş. 2016’da, Instagram’a günde ortalama bir milyonu aşkın selfie yüklenmiş. Bu sene yapılan bir araştırma, saniyede yüzden fazla selfie paylaşıldığını söylüyor. Selfie çekmek, popüler bir olgu olmayı çoktan aşmış, dünya çapında bir salgın haline gelmiş.

 

ilk selfie
Tarihin ilk selfie‘si olduğu düşünülen fotoğraf, kimyager Robert Cornelius’a ait. 1839, Philadelphia

Fotoğraf teknolojisi icat edilmeden önce, bu dünyadan silinip gitmeden ardında suretini bırakmanın tek yolu, resimlerdi. Resmini yaptırmak, geriye bir resim bırakmak… O da herkesin harcı değildi zira bir portrenin ortaya çıkması için öncelikle bir ressama ve o ressamı çalışmaya ikna edecek güce ihtiyaç vardı. Bu yüzden de resim tarihi, ağırlıklı olarak zengin ve güçlü olanların portreleri ile dolu; sıradan insanların yüzleri ile değil. Portreler tarih boyunca statü simgesi oldu. Bir de kendi resmini yapanlar vardı, tabii ama bunun içinse paranın satın alamayacağı bambaşka bir güç gerekiyordu: yetenek. Rembrandt’ın mesela yüzden fazla otoportresi olduğu söyleniyor. Bir kısım çizim ve gravürün yanı sıra, her biri başyapıt niteliğinde kırktan fazla resim… Otoporteleri, tarihin ilk selfie’leri sayabilir miyiz? Kestirmeden bir ‘’evet’’ sanata saygısızlık olur. Frida Kahlo’nun gözümüzün ta içine baktığı otoportreleri ile çoğu birbirinin kopyası ördek dudak – Bambi göz selfie’leri bir tutmak mümkün mü? Öte yandan otoportrelerle selfie’yi buluşturan psikolojik unsurlar da yok değil.

 

‘’Ben kimim?’’

İnsanoğlunun kendine sorduğu en eski sorulardan biri. Varoluşunu anlamlandırma, dünyadaki yerini tanımlama çabası; insanlık kadar eski çünkü.

Mutluluk duygumuzu belirleyen başlıca unsurlardan bir tanesi, belki de en önemli olanı; benlik algısı.

Psikolojideki ismiyle ‘’öz imge’’ (self-image); yalnızca kendimizi nasıl gördüğümüz, nasıl tanımladığımızla sınırlı değil. Başkalarına nasıl göründüğümüzü düşünüyoruz; kendimizi başkalarının gözünden nasıl görüyoruz? Bu soruların cevaplarıyla da alâkalı. Ressamın kendi portresini çizerken, kirpiğinin ucundan dudağının kıvrımına, köşe bucak yüzünü seyrettiği o mahrem anda, bir arayış saklı değil mi?

Kim bu yüzün sahibi?

Birkaç yıl önce, sıklıkla gittiğim spor kulübünün otoparkında tanık olduğum bir sahneyi hatırlıyorum. Arabama binmiş yola koyulmaya hazırlanıyordum ki az ileride bir adam gördüm. Çevik adımlarla yaklaştı, arabasının kapısını açmadan hemen önce, avcundaki telefonu başının üzerine kaldırıp kendi kendine gülümsedi ve şipşak bir selfie çekti. Tüm bunları o kadar rahat ve seri hareketlerle yaptı ki yola çıkmadan önce bir selfie çekmek, emniyet kemerini bağlamak kadar doğal ve alışıldık bir şey sanki. ‘’Ne enteresan’’ diye düşündüm. Gözüm gökyüzünde bir şey aradı; fotoğrafı çekilecek bir şey var da onu mu çekti diye. Hayır. Gökyüzü bomboş ve solgundu. Şaşırdım ve duyduğum şaşkınlığın yanı sıra bir şey daha hissettim; bir yabancının mahremiyetini gözetlemişim gibi bir rahatsızlık. Adam evine gidecek. Otoparkta çektiği fotoğrafı açacak. Ekrana dokunup görüntüsünü büyütecek. Kendi yüzüne, gülüşüne bakacak. Kesip kırpıp filtreleyip, ambalajlayacak ve belki Instagram hesabında paylaşacak.

Bakın ben buyum. Spor salonuna giden, spor yapan, spordan sonra böyle gülen bir adamım. Bu dünyada ben de varım.

Selfie insanlara bu fırsatı sundu işte. ‘’Ben de varım’’ deme fırsatını.

Üstelik bunu, kendini dünyaya sunmak istediği yüzüyle, tamamen kendi kontrolü altında yapabilme fırsatını yarattı. Bize ne Rembrandt ne Kahlo olduğumuz hakikatini unutturup, vasatlığımıza meydan okuma şansı verdi.

 

selfie
Selfie‘nin en sevdiğim türü

Bin iki yüze yakın Instagram fotoğrafım içinde beş-on tane selfie var. Hepsi de kendimi güzel hissettiğim fotoğraflar. Hepsi filtreli. Mutlu anlarda çektiğim, dünyaya sunmak istediğim yüzler… Her fotoğraf gibi tümü de geçmişe ait.

 

Yeni bir şehirdeki ilk sabah, bir tatilin son gecesi, gökyüzünün şans eseri yakaladığım şerbetli rengi, o bahar günü penceremde açan gül, kardeşimin bir başka güzel göründüğü buluşmamız, oğlumun dondurma yerken gülüşü, oğlumu güldüren dondurmanın hatırlamak istediğim renkleri ve daha fazlası… Çok uzakta yaşayan arkadaşımın bebekliğinden beri görmediğim kızı, kızının tatlı yüzü; eski bir dostumun yılbaşı sofrası ya da sıradan bir kahve keyfi; beni saniyeler içinde dünyanın dört köşesine, tanıdığım – tanımadığım nice hayata taşıyan binlerce fotoğraf… Ve tek bir fotoğraf üzerinden kurulan bağ. Kimin, ne paylaştığından bağımsız olarak bana ifade ettiği bu: Tüm klişe hallerine ve sığlıklarına rağmen, dünyaya açılan bir başka kapı Instagram. Görmek, gördüğünü yeniden yaratmak ve hatırlamak isteyenler için. Açık kapılardan geçmeyi sevenler için…