
Gezi dergilerine ve fotoğrafa meraklı olanlar, onun ismini mutlaka duymuş, imzasına rastlamıştır. Barış Hasan Bedir, Türkiye’nin en iyi gezi fotoğrafçılarından birisi. Başta Gezi Traveler ve Skylife olmak üzere fotoğrafları onlarca dergide yayımlanmış; Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu onaylı yarışmalarda yirmiden fazla ödülün sahibi olmuş bir gezgin fotoğrafçı o. ‘’Fotoğraf ateşini içime düşüren, çocukken TRT’de izlediğim belgeseller oldu’’ diyor. ‘’Ta o yaşlarda, kendimi uzak diyarlarda gezerken, fotoğraflar çekerken hayal ederdim…’’
İlk kez lise yıllarında, o zamanın en ucuz makinası olan Rus malı bir Zenith 122 ile yollara düşmüş. Eskişehir Üniversitesi’nde işletme okumaya başladığında da aklı fotoğrafçılıktaymış. 1995’te, Eskişehir Fotoğraf Sanatı Derneği’nde fotoğraf eğitimini tamamlamış ve yolunu bir fotoğrafçı olarak çizmeye karar vermiş.
Barış’la, Gezi Traveler’da dört yıl birlikte çalıştık. Ben derginin yayın yönetmeniydim; o fotoğraf editörü. Yetenekli bir fotoğrafçı ve disiplinli bir editör olmasının yanı sıra iş hayatında tanıdığım en centilmen insanlardan birisidir.
Barış’ın fotoğraflarının tatlı bir hüzün taşıdığını düşünürüm. İnsanı gülümseten ama bir yandan da boğazını düğümleyen, şiirli hikâyeli fotoğraflar… Barış’ı tanımak ve onunla çalışmak benim için bir şanstı. Siz de tanıyın istedim.


Dijital fotoğrafçılık ve sosyal medya ile birlikte yepyeni bir dönem başladı. Özellikle Instagram, fotoğrafçılığı karanlık odalardan çıkardı; sokakların, insanların hayat dolu atmosferi ile buluşturdu. Bugün herkes birer fotoğrafçıya dönüşmüş durumda. Başta selfie olmak üzere yiyip içtiğimiz, gezip gördüğümüz istisnasız her şeyi fotoğraflıyoruz; telefonumuza kaydetmediğimiz anı neredeyse yaşanmamış sayıyoruz. Ancak bu noktada fotoğraf kolaylıkla tüketilir hale geldi. Paylaşımların çok hızlı ve seri biçimde gerçekleşmesi; nitelikli fotoğrafların bir çırpıda tüketilmesine, değerinin tam manasıyla anlaşılmadan görsel çöplüğe gitmesine yol açıyor.
Öte yandan şunu da seviyorum: Fotoğrafa yaklaşım, olumlu yönde değişmeye başladı. İnsanlar önce nitelikli fotoğrafları kopya ederek, sonrasında edindiği tecrübe ile ışığı ve kompozisyonu kullanarak kendi tarzlarını oluşturmaya yöneldiler. Ve daha estetik fotoğraflar çekilmeye başlandı. Instagram, insanların günlük hayatlarında sanatın farkına varmasını sağladı bence. Bugün fotoğraf, sosyal medya ile paralel şekilde yürüyor. İkisinin de dünyayı değiştirme gücü olduğuna inanıyorum.


Makinanın arkasındaki kişinin dünya görüşü ve bu görüşü ifade ediş biçimi, üslubu. Fotoğrafın niteliği, görüntünün ya da konunun güzelliği ile sınırlı değildir; esas olarak fotoğrafı çekenin ne kattığı ile ölçülür.


Telefonu ile fotoğraf çekenlere birkaç püf noktası önerecek olsaydın, bunlar neler olurdu?

Öncelikle kullandığınız telefonu iyi tanımanız, sunduğu kamera özelliklerine hâkim olmanız gerekiyor. Doğru ışık ve kompozisyon çok önemli. Çekeceğiniz objeyi, ekrana düzgün şekilde oturtmak ve bir estetik oluşturmak gerekli. Birçok telefonda ‘’ızgara görünümü’’ diye bir özellik mevcut. Ekranı parçalara bölüp diyagonal noktaları kullanarak, objeyi doğru yere yerleştirmenizi sağlıyor. Bu bir avantaj. Öte yandan cep telefonu küçük olması sebebiyle sabit halde tutulması zor olduğundan hafif bir titreme bile netliği bozabilir. Nefesinizi tutup içinizden üçe kadar sayarken fotoğrafı çekin. Profesyonel fotoğrafçıların da düşük ışık koşullarında kullandığı bir yöntemdir bu. Ama en önemlisi şu, tabii: Fotoğraf, ışıktır. Bu yüzden öncelikle ışığı kullanmalı.

Senin için İstanbul’un en fotojenik köşeleri hangileri?
Bir İstanbullu olarak şehrimi fotoğraflamayı seviyorum. İstanbul, sürprizler ve tezatlar şehri. Her sokağı başka bir fotoğraf, her köşesi ayrı hikâye. En sevdiklerim zamana direnen eski mahalleler ve Anadolu Yakası’nın kuzey semtleri. Balat, Eminönü, Beykoz, Riva, Bahçeköy, Boğaz’ın sırtları…

Türkiye’de fotoğraflamayı en sevdiğin üç yer desem; nereleri sıralarsın?
Bulutların denize dönüştüğü Karadeniz yaylaları, Batı Ege kıyıları ve bir de Mardin. Nakış gibi taş işçiliğiyle bezenmiş evler, evlerin altından geçen abbaralar, daracık taş sokaklar… Ezan sesiyle kilise çanlarının birbirine karıştığı, zamanın durduğu kadim bir şehir Mardin. Her gittiğimde beni şaşırtıyor.

Gezi fotoğrafçılığının bir boyutu da insan portreleri. Unutamadığın portreler var mı? Hangi hislerle hafızanda korudun onları?

Profesyonel anlamda gezi fotoğrafçılığına başladığımda, ilk çalışmalarımdan biri Karadeniz yaylalarıydı. O çalışmadaki bir portrenin bende yeri ayrıdır. Evlerinde kaldığım, yaşamlarına ortak olduğum ailenin küçük kızı, yayladan topladığı çiçeklerle çıkagelip hayvanları otlatan anne babasının yanına oturmuştu. O sahne beni çok etkilemiştir.
Güneydoğu’da çektiğim çocuk portrelerini de çok severim. Yıllar önce Harran Ovası’nda çekim yaparken kendi yaptığı hediyelik eşyaları satan küçük bir kız yanıma yaklaşmıştı. Medine’ydi ismi. Yıllar sonra Harran’a tekrar gittiğimde beni tanıdı. ‘’Ağabey, beni hatırladın mı? Fotoğrafımı çekmiştin. O fotoğrafı hep merak ettim’’ dedi. Bu da güzel bir anıdır benim için.
Bir de köy kahvelerini fotoğraflamayı hep sevmişimdir. Kahvedekilerle sohbet edip çayımı yudumlarken fotoğraflar çekmeyi… Kütahya’nın bir köyünde çektiğim portrelerden biri, yıllar sonra İzmir’e giderken uğradığım bir eczanede, bir konferans afişi olarak çıkmıştı karşıma. Hem şaşırıp sevinmiş hem de biraz üzülmüştüm çünkü benden izinsiz, habersiz afiş yapmışlar.
![DISK5:[GEZI.GEZITIFLER]NATIKIZ12.TIF](https://i0.wp.com/dunyabirkitap.com/wp-content/uploads/2018/03/c3a7oban-kc4b1z.jpg?resize=660%2C436&ssl=1)


Bugüne kadar fotoğrafladığın en ücra yer neresiydi? Nasıl bir maceraydı?
Rize’nin Çamlık Puşula Yaylası’nı unutamam. Yaklaşık iki bin metre yükseklikteki yaylaya, köy kahvesinde tanıştığım Ali Amca ile üç saat boyunca tırmanarak ulaşmıştık. Yorgunluktan bitap halde, o büyüleyici dünyaya adım attığım an, kendimi çimlerin üzerine bırakmıştım. Pastoral bir tablonun içindeydim sanki. Beş gün boyunca Ali Amca’nın evinde misafir olmuştum. Elektriği ve suyu olmayan, altı ahır yayla evlerinden biriydi. Gün doğumuyla birlikte bir bulut denizinin içine uyanıyorduk. Odun ateşi etrafında yapılan kahvaltı, közde pişen kahve eşliğindeki sohbetlerimiz hâlâ halde aklımda.


Fotoğrafçılığa yeni başladığın günlere dönseydin, genç Barış’a hangi nasihati verirdin?
Yeniliklere daha açık olmasını ve daha çok gezmesini tavsiye ederdim.
Hayalindeki proje nedir?
Yolları hep sevmişimdir. İçinde Türkiye’nin de olduğu, dünyanın en güzel yollarını fotoğraflamayı çok istiyorum.
Teşekkür ederim Barış. Yolun açık olsun!
Açılış fotoğrafı, Bolu – Gölcük.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.