Bir sanat eserini seyrederken içimizde uyanan o mutlu his, en çok neye benziyormuş dersiniz? Aşka! Birkaç yıl önce, University College London’da, nörobiyoloji profesörlerinin yaptığı bir araştırmanın sonucu bu. Güzelliği ile bizi etkileyen bir heykel, fotoğraf veya resme bakarken, beynimizde bir dopamin dalgası oluşuyor. Dopamin, zevk ve arzu duyduğumuzda salgılanan bir kimyasal. Beyinde kan dolaşımı artıyor, nabzımız hızlanıyor ve kendimizi âşık gibi hissediyoruz. Bir müzeden içeri girip koridorlarına açıldığımda, romantik bir heyecana kapılmamın sebebi buymuş demek.
Bilimsel gerçek: Sanat, insanı âşık eder.
Görsel sanatların en sevdiği konulardan biri, kadın ve kadın bedeni. Resim tarihinin en ünlü suretleri, kadınlara ait. Peki kimdir bu kadınlar? Resimlere daldım, ressamların hayat öykülerini kovaladım ve en ünlü kadın portrelerinden bazılarını kısa hikâyeleriyle derledim. Çoğu zaman burnumun direği sızlayarak ama her defasında resimlere döndüğümde, bir dopamin dalgası eşliğinde…
”Haziran Alevi”, Frederic Leighton – 1895
Sene 1962. Londra’nın dış mahallelerinden birinde, metruk bir evin çatı katında çalışmakta olan bir inşaat işçisi, çer çöp içinde unutulmuş tozlu bir tablo bulur. Üzerinde alev rengi, şeffaf bir elbise; sere serpe uyuyan bir kadının portresidir bu. Tabloyu alır, bir eskici dükkânına götürür. Güç bela 60 sterline satar. Dükkân sahibi resmi vitrine koyar ama aylar boyunca tek bir alıcı çıkmaz. 60’lar, Modernizm rüzgârının estiği zamanlardır. Viktoryen sanata ‘’demode’’ diye burun kıvrılan, modern zamanlar…
Aradan aylar geçer. Nihayet tabloya birisi talip olur: Viktoryen resim uzmanı genç bir adam. Adam resmi satın almakla kalmaz, ‘’Bu bir başyapıt’’ diye diye Londra’daki her müzenin kapısını aşındırır. Nafile! Tate Müzesi dâhil tümü tarafından reddedilir. Haziran Alevi –orijinal ismiyle Flaming June– en sonunda, 2000 sterline Porto Rikolu bir işadamına satılır ve okyanusun ötesindeki yeni evine doğru yola çıkar.
Püfür püfür terasta bir mermer bank, bir zakkum ağacı ve güneşin parlattığı deniz… Bir de giyinik ama neredeyse çıplak, rüyalar âleminde bir kadın. Haziran Alevi, yaz sarhoşluğu hissi ile İngiltere’den çok Karayipler’e ait değil mi zaten?
Museo de Arte de Ponce, Porto Riko
”Venüs’ün Doğuşu”, Sandro Botticelli – 1485
Efsaneye göre Gökyüzü Tanrısı Uranüs, öz oğlu tarafından hadım edilir ve parçalanmış bedeni, denize atılır. Uranüs’ün kanı, denizi döller ve dalgaların köpüklerinden Aşk ve Güzellik Tanrıçası Venüs doğar. Romalılar için ‘’Venüs’’, Antik Yunan’daki ismi ile ‘’Afrodit’’…
İtalyan Rönesansı’nın başyapıtlarından sayılan resimde Venüs, dev bir istiridyenin içinde çıplak halde arz-ı endam ederken, Rüzgâr Tanrısı Zephyros ve Tanrıça Aura, nefesleri ile onu kıyıya iterler. Venüs’ün doğuşu, ilahi bir varlığın doğuşudur.
Sandro Botticelli’nin, Venüs’ü yaratırken Floransalı bir asilzade olan Simonetta Vespuci’den ilham aldığı söyleniyor. İtalya’nın en güzel kadını olarak bilinen ‘’La Bella Simonetta…’’ Oysa Simonetta’nın hayatı, kısacık bir an için çakıp sönen parlak bir ışık. Veremden öldüğünde yalnızca 22 yaşındaymış. Cansız haliyle bile o kadar güzelmiş ki insanlar yüzünü son kez görebilsinler diye, Floransa sokaklarında tabutu açık halde dolaştırılmış.
Botticelli’nin yalnızca erkeklerle sevgili olduğu biliniyor. Öte yandan ilham perisi Simonetta’yı kalbinde hiç unutmamış olmalı. Ondan neredeyse otuz yıl sonra hayata veda ettiğinde, vasiyeti üzerine Simonetta ile aynı kiliseye, kendi Venüs’ünün ayak ucuna gömülmüş. Uffizi Galerisi, Floransa
”İnci Küpeli Kız”, Johannes Vermeer – 1665
Kimdir bu kız? ‘’Kuzey’in Mona Lisası’’, Hollanda Altın Çağı’nın yıldızı, ‘’Işığın Ustası’’ diye anılan Vermeer’in başyapıtı…
Lahey’de, Mauritshuis Müzesi’nde onu ilk kez gördüğüm anı hatırlıyorum. Teni ay ışığı rengi. Gözleri mahcup. Dudakları, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi aralık. Onunla selfie çekmek için galeriyi dolduran kalabalığı atlatmış, şans eseri tenha birkaç dakika yakalamıştım. Karşılıklı bakıştık.
Başını saran türbanın mavisi, zamanın en pahalı boyalarından biri: Lapis lazuli. ”Laciverttaşı” diye anılan yarı değerli bir taşın ezilip sulandırılmasıyla elde edilen, özel bir renk bu. Öte yandan kulağındaki küpe, gerçek olamayacak kadar büyük. Venedik işi, inci taklidi bir cam olduğu düşünülüyor. Resmin sadeliği, ışığı ve kızın gözlerindeki doğrudan bakış, onu, bir portre olmanın ötesinde, ideal bir afiş yapıyor. Sanat eleştirmenlerine göre, bu denli popüler olmasının sebeplerinden birisi bu. Ama resmi ilginç ve cazip kılan esas sebep, hâlâ çözülememiş olan gizemi. Resimdeki kızın kim olduğunu kimse bilmiyor.
Bugün en tanınmış Hollandalı ressamlardan biri, Vermeer. Oysa yaşarken, hayatı boyunca hiç terk etmediği şehri Delft’in ötesinde ismini duyan olmamış. İnci Küpeli Kız’ın ilk kez sergilenmesi ise eserin tamamlanmasından ta iki yüz yıl sonraya denk düşüyor. Adının İnci Küpeli Kız’a dönüşmesi bile çok eski değil; daha yüz yıl öncesine kadar bilinen hali, Türbanlı Kız.
Asırlar önce bu dünyadan gelip geçen isimsiz bir kadın o. Oysa bugün yüzü posterlerde, kahve fincanlarında, ahşap tepsilerde, seramik vazolarda… İnsanlığın hafızasında.
Mauritshuis Müzesi, Lahey
”Yıldız”, Edgar Degas – 1876
Paris’in en ünlü yapılarından birisi olan Palais Garnier, Gaston Leroux’nun 1910’da yayımlanan romanı Opera’daki Hayalet ile namı dünyaya yayılmış bir mimari şaheser. Neredeyse 150 yıldır Paris Balesi’nin ev sahibi. Palais Garnier’nin tarihi, Parisli dansçıların tarihi demek. Onları ölümsüzleştiren ise Edgar Degas. Tabloları ve heykelleri ile neredeyse hayatı boyunca balerinleri konu edinmiş olan sanatçı, ‘’Neden?’’ diye soranlara şu cevabı verirmiş: ‘’Çünkü bale, klasik güzellik ile modern hayatı buluşturur.’’ Empresyonistler kafelerle, barlarla, kalabalık bulvarlarla modern hayatı resmetmişler. Bale de o hayatın önemli bir kültür unsuruymuş.
Degas’nın en tanınmış eserlerinden biri olan Yıldız, performansın ardından seyirciyi selamlamaya hazırlanan prima donna’nın portresi. O zamanlar bale seçkinlerin değil, yoksulların mesleği. Sahnede bir ‘’yıldız’’ olan bu dansçı da, tıpkı diğer balerinler gibi, yokluktan gelip dünyanın en zor, en eziyetli mesleklerinden birinde, balede ustalaşmış olan genç kadınlardan birisi. Yıldız, onun sahnedeki hikâyesi. Orsay Müzesi, Paris
”Sonraki Gün” – Edvard Munch, 1894
‘’Hastalık, delilik, ölüm: Beşiğimin başını bekleyen kara meleklerdi…’’
Bir yas evinde büyümüş, Edvard Munch. Norveç’te, bir köy papazının oğlu. Beş yaşındayken annesini kaybetmiş. On üç yaşındayken, onun için annesinin yerini alan ablasını. ‘’Akıl hastası’’ teşhisi konulduğunda, küçük kız kardeşi altı yaşındaymış. Sofu Hristiyan babası, ailenin başına gelen her felaketin Tanrı’nın gazabı olduğuna inandırmış onu. Her acının, hak edilmiş bir ceza olduğuna…
Duygusal ıstırabın modern sembolü sayılan Çığlık’ın yaratıcısı o. Yalnızca Çığlık ’ta değil; yarattığı binlerce eserde korkuyu, kasveti, depresyonu, yaşamın narinliğini resmetmiş.
Resimlerini anlatırken şöyle dermiş: ‘’Gördüklerimi çizdim…’’

Kırklı yaşların başındayken, hayatının en şiddetli duygusal çöküntüsünü yaşayıp hastaneye kaldırılmış. Uzun bir tedaviden sonra, başka bir adam olarak çıkmış hastaneden. İçi daha sakin, bir nebze daha aydınlık… Huzurunu korumak için yalnızlığı seçmiş; inzivaya çekilmiş. 80 yaşında öldüğünde, evinin kapısı kilitli bir odasında, binden fazla resim bulmuşlar.
Munch’un en ünlü kadın portrelerinden biri Sonraki Gün. Ve belki de en çok tartışılanlardan. Resimdeki kadın uyuyor mu, baygın mı? Sarhoş mu, yoksa ölü mü? Fazlaca eğlenilen bir gecenin sabahı mı; yoksa bir intihar mı?
Resmin ismi Sonraki Gün ama anlattığı, ‘’önceki akşam’’ın hikâyesi. Ve o hikâyenin ne olduğu, biraz da herkesin kendi hikâyesinde saklı. Ulusal Galeri, Oslo
”Adele Bloch-Bauer I”, Gustav Klimt – 1907
Klimt’in ünlü eseri, yalnızca sanat tarihinde değil, hukuk tarihinde de önemli bir yere sahip: Adele Bloch-Bauer’in portresi, Nazilerin yaptığı en meşhur sanat hırsızlığı davalarından birinin konusu.
Adele Bloch, Viyanalı bir bankerin kızıydı. Genç yaşta, kendisinden neredeyse yirmi yaş büyük sanayici Ferdinand Bauer ile evlendi. Kendisi gibi entelektüel meraklara sahip, sanatsever kocasıyla mutlu bir evliliği vardı. Bloch-Bauer’ların evi, Viyana kültür hayatının en saygın isimleriyle dolup taşardı. Gustav Mahler, Richard Strauss, Stefan Zweig… Bir de dönemin en gözde ressamı Gustav Klimt. Karı koca Klimt’e hayrandılar. Öyle ki yaşadıkları sarayda, salonlardan birini Klimt’in resimlerine ayırmışlardı. Koleksiyondaki resimlerden ikisi, Adele’in portreleriydi.
1919’da, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşünden hemen sonra, Çek vatandaşlığına geçtiler ve Prag’a taşındılar. Altı yıl sonra Adele, 44 yaşındayken menenjitten öldü. Çocukları yoktu. Vasiyetinde, Klimt koleksiyonunun, kocasının ölümünden sonra Viyana’daki Belvedere Müzesi’ne bağışlanmasını istemişti. Neticede koleksiyon Belvedere’de yerini buldu ama Adele’in belki de hayal bile edemeyeceği şekilde… 1938’de, Avusturya’nın ilhakından hemen sonra, resimler Nazilerin eline geçmişti ve her biri artık onların malıydı.
Sonra aradan uzun yıllar geçti. Los Angeles’ta yaşayan bir kadın, Ferdinand Bloch-Bauer’in yeğeni Maria Altmann, Avusturya’ya dava açmaya karar verdi ve neredeyse 70 yıl sonra koleksiyon, Bloch-Bauer’ların tek varisine, esas sahibine geri döndü.
Altmann davayı kazanmakla kalmadı; resim tarihinin rekor satışlarından birine de ismini yazdırdı. Adele Bloch-Bauer I, kozmetik devi Estee Lauder’ın kurucusu Ronald Lauder tarafından 135 milyon dolara satın alındı.
Portrenin diğer ismi Altın Kadın. Naziler yenildi. Geriye, milyonlarca insan için tamiri mümkün olmayan acı dolu bir enkaz kaldı. O enkazın karanlık hatırasında, Adele Bloch-Bauer’in narin sureti ışıldamaya devam ediyor. Klimt’in onun için yarattığı altın rengi dünyada… Neue Galerie, New York
”Sarı Nü”, Sonia Delaunay – 1908
Sonia Delaunay, henüz yeni doğmuş bebeği için bir yorgan dikmeye karar verir. Biriktirdiği rengârenk kumaş parçalarını alır, çocukluk hatıralarındaki Rus köylülerinin kıyafetlerinde olduğu gibi birleştirir. Yorganı dikip bitirdiğinde ortaya çıkan, kübist çağrışımlarla bezeli bir eserdir. İşte o yorgan, bir sanatçı olarak çizeceği yolu belirler.
Sanatçı ruhlu bir ev kadınının naif hikâyesi gibi; değil mi? Oysa alâkası yok! Zira o yorganı diktiğinde, bir ressam olarak kendini çoktan ispatlamış biri o.
Özel bir kadın, Sonia Delaunay. Louvre Müzesi’nin tarihinde, retrospektif sergisi açılan ilk kadın ressam o. Yalnızca resimleriyle değil, moda ve dekorasyon tasarımlarıyla da dünya çapında şöhret kazanmış; baleden flamenkoya, operadan sinemaya önemli eserler için kostümler tasarlamış çok yönlü bir sanatçı.

1885’te, Odessa’nın küçük bir köyünde dünyaya gelir. Yedi yaşındayken Petersburg’a, hali vakti yerinde olan amcasının yanına gönderilir. İşçi babasının yoksul evinden, sanat ve kitaplarla dolu bambaşka bir dünyaya… Çocuk yaşta çıktığı bu ilk yolculuk, tüm hayatını değiştirecektir.
St. Petersburg’ta büyür. Almanya’da resim eğitimi alır. Paris’e yerleşir. Eserleri saygın galerilerde sergilenmeye başladığında henüz 22 yaşındadır. Paris’te tanıştığı avangart ressam Robert Delaunay ile evlenirler. İleride, Fransa’nın en meşhur caz uzmanı olarak anılacak olan oğlu Charles için diktiği yorgan, ilk eseri değildir ama dünyanın dört bucağına ismini tanıtacak olan tasarımların başlangıcıdır.
Başlıca portrelerinden sayılan Sarı Nü’de de olduğu gibi, en çok renkler büyülemiş onu. Renklerin gücü, renklerin ritmi… ‘’Renkler’’ dermiş, ‘’dünyanın tenidir.’
Ömrü boyunca çalışmış, yaratmış, üretmiş. 94 yaşında hayata veda ettiğinde, parmak uçları, daha o sabah başladığı resmin renkleri ile bezeliymiş.
Nantes Güzel Sanatlar Müzesi, Nantes
”Çay Kupası”, Mary Cassatt – 1880
Mary Cassatt, Pensilvanyalı bir banker olan babasına, profesyonel sanatçı olmak istediğini ilk kez söylediğinde aldığı cevap şu olmuş: ‘’Ölmeni tercih ederim.’’ Babasını ikna etmeyi nasıl başarmış; bilinmiyor. Bilinen, aklına koyduğunu yapmış olması. Pensilvanya Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim görmeye başladığında henüz 16 yaşındaymış. Tamamı erkeklerden oluşan fakülte üyelerinin küçümseyici tavırlarından sıkılınca, tereddüt etmeden okuldan ayrılmış ve gönlündeki ustaların yanına, Paris’e gitmiş.
Louvre’da özel dersler, Edgar Degas ile yakın dostluk ve içini tutuşturan resim sevdası… Mary Cassatt’ın hikâyesi, 19. Yüzyıl’ın üst sınıfa mensup kadınları arasında nadiren rastlanan bir hikâye. Erkekler dünyasında, saygın bir ressam olarak ismini duyurmuş. Okyanusun iki yakasında birden ün salmış ve en önemlisi, hayallerini gerçekleştirmiş bir kadın o.

Başlıca eserlerinden biri sayılan Çay Kupası, diğer birçoğunda olduğu gibi kız kardeşi Lydia’nın portresi. Empresyonizmin –İzlenimciliğin– en önemli özelliklerinden biri, adı üstünde, an’ın izleyici tarafından yaşanmasına olanak sağlaması. Cassatt’ın resimleri, kadınların gündelik hayatından anları görünür kılıyor. Büyük kısmı, ev içlerinde geçen, kadınların özel alanlarından sahneler bunlar. Çay içen, gazete okuyan, pencereden gökyüzünü seyreden kadınlar… Asırlar geçip zaman değişse de kadınların hâlâ kendilerinden bir şeyler bulduğu anlar. Metropolitan Müzesi, New York
”Şapkalı Kadın”, Amedeo Modigliani – 1918
Modigliani’nin alamet-i farikası; kuğu boyunlu, badem gözlü, melankolik kadınlar… Kimilerine göre klasik resimle avangart Modernizm’i buluşturan bir deha o. Zamanında kıymeti bilinmemiş, kahırlı bir sanatçı.
Toskana’nın liman kenti Livorno’da, iflas etmiş bir iş adamı ile bir öğretmenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesine düşkün, hülyalı ve hastalıklı bir çocuktur. 14 yaşındayken tüberküloza yakalanır. Yirmi yıl boyunca onu usul usul tüketecek olan çaresiz hastalığa…
İtalya’da resim eğitimi alır. 21 yaşındayken Paris’e gelir. Paris’in bohem dünyasında, bir ressamdan çok, bir şahsiyet olarak tanınır. Karizmatik, biraz hırçın ve onca yokluk içindeyken bile hep çok şık.
Şapkalı Kadın, birçok eserinde olduğu gibi, hayatının aşkı Jeanne Hebuterne’in portresi. Tanıştıklarında sessiz ve utangaç bir resim öğrencisidir, Jeanne. Yakışıklı İtalyana âşık olur. Koyu Katolik, burjuva ailesi, yoksul bir Yahudi ile evlenmesine şiddetle karşı çıkar ama o kulak asmaz; Modigliani’nin yanına taşınır. Kısa süre sonra hamile kalır.
Çocuklarının doğumundan bir yıl kadar sonra, Amedeo Modigliani, 35 yaşındayken tüberkülöz menenjitten ölür. Onun ölümünden yalnızca bir gece sonra Jeanne, bir binanın beşinci katından kendini boşluğa bırakır. Sevgilisinin ardından hayata veda ettiğinde, sekiz aylık hamiledir. Hastalık ve yoksulluk içinde yaşanan aşktan geriye, annesiyle aynı ismi taşıyan küçük kız kalır. İleride, babasının resimleri üzerinde uzmanlaşmış bir sanat tarihçisi olacaktır. Modigliani’nin karın tokluğuna yaptığı portreler ise bugün yüzlerce milyon dolara alıcı bulan birer hazine… Özel Koleksiyon
”Dora Maar’ın Portresi”, Pablo Picasso – 1937
Surviving Picasso’nun aklımda en çok yer eden sahnesi: Filmde Dora Maar’ı canlandıran Julianne Moore, kalabalık bir kafededir. Bir eli, parmakları aralık halde masanın üstünde; öteki elinde tuttuğu bıçağı, git gide hızlanan darbelerle parmaklarının arasına saplıyor. Gözleri, uzak bir boşluğa kilitli; eli, kanlar içinde kalıncaya dek…
Söz konusu mekân, Paris’in ünlü kafesi Cafe de Deux Magots. Yan masada oturan iki erkekten biri, şair Paul Eluard; diğeri Pablo Picasso. Picasso’nun Dora’yı ilk kez gördüğü günün tuhaf hatırası bu.
Ne ressam ne fotoğraf sanatçısı kimliği ile; en çok ‘’Picasso’nun sevgilisi’’ olmakla biliniyor Dora Maar. Söz konusu 20. Yüzyıl’ın efsanesi Picasso olunca, onun heybetli gölgesinde yitip gitmek işten bile değil.
Hırvat bir baba ile Fransız bir annenin kızı. Çocukluğu Buenos Aires’te geçmiş. Çok iyi İspanyolca konuşurmuş. Picasso’nun Dora’ya dair en sevdiği şeylerden biriymiş bu: Kendi dilini bilmesi. Neredeyse on yıl süren fırtınalı ilişkilerinden geriye, yalnızca Dora’nın portreleri değil kalan. Picasso’nun epik yapıtı Guernica ’nın yaratım süreci, Dora Maar’ın çektiği fotoğraflarla belgelenmiş.
Picasso, Dora’dan 20, kendisinden 40 yaş genç Françoise Gilot için onu terk ettiğinde ağır bir buhrana kapılmış, Dora. Zorlu bir elektroşok tedavisi görmüş; ardından ünlü psikiyatr Jacques Lacan ile yıllar süren terapi…

Dora Maar’ın Portresi, resim tarihinin en ünlü sürrealist portrelerinden biri. Picasso’nun resimlerinde bazen bir kuş olmuş Dora, bazen bir su perisi. Bazen boynuzlu bir canavar, bazen bir çiçek. 90 yıllık hayatı boyunca olduğu gibi: Bir göçmen, bir bohem, ilham perisi, sanatçı… Ama hikâyesinin belki de en beklenmedik yanı, ömrünün son yirmi yılını dindar bir Katolik olarak geçirmiş olması. Hayatı, tek bir kadın olarak yaşamamış. Değişken, maceralı, sürprizli. İki ayrı yöne bakan, farklı renklerdeki gözleriyle, bir zamanlar Picasso’nun onu resmettiği gibi… Picasso Müzesi, Paris
”Whistler’ın Annesi”, James McNeill Whistler – 1871
Amerikalı sanatçı James McNeill Whistler’ın annesini resmettiği portre, Büyük Ekonomik Buhran’ın sembolü sayılıyor. Öyle ki 1934’te, Başkan Roosevelt’in isteği üzerine, Anneler Günü için özel olarak basılan pulları bu resim süslemiş. Anna McNeill Whistler, portreye modellik yaptığında 67 yaşındaymış. Genç yaşta koleradan ölen eşinin ardından, hayatının sonuna kadar, yarım asır boyunca yalnızca siyah giymiş. Orsay Müzesi, Paris
”Dizi Bükük Oturan Kadın”, Egon Schiele – 1917
Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edildiğinde 15 yaşındaymış. Akademinin tarihindeki en genç öğrenci, Egon Schiele. Eserleri müstehcen bulunduğu için defalarca başı belaya girmiş. Resimleri yakılmış, hapsedilmiş. Kadın bedeni, erotizm, ıstırap… Kısacık hayatına 300’den fazla resim sığdırmış. Savaş sırasında, gardiyan olarak görevlendirildiğinde bile resim yapmaktan vazgeçmemiş.
Resimdeki kadın, karısı Edith Harms. Altı aylık hamileyken, İspanyol gribi öldürmüş Edith’i. Ve ondan yalnızca üç gün sonra, 28 yaşındaki Egon Schiele’yi. Ulusal Galeri, Prag
”Madame X”, John Singer Sargent – 1884
Sargent’ın portresi, Amerikan resim tarihinin ikonik yapıtlarından biri sayılmadan önce bir ‘’skandal’’ olarak nam salmış. Sebebi, çıplak omuzların müstehcen bulunması.
‘’Evli bir kadın nasıl böyle poz verir?’’
Söz konusu kadın, Paris’te yaşayan bir Amerikalı: Virginie Gautreau. Yüzünü farklı kılmak için, diğer kadınların yaptığı gibi beyaz değil, leylak rengi pudrayla boyarmış. Metropolitan Müzesi, New York
”Diken Kolye ve Sinekkuşu ile Oto Portre”, Frida Kahlo – 1940
Çocuk felci yüzünden bir bacağı sakat kaldığında altı yaşındaymış. Kırk yıl sonra o bacak, kangren yüzünden kesilecek.
18 yaşındayken bindiği otobüs bir tramvayla çarpışmış; onlarca insan ölmüş. O kazadan sonra kırık dökük bedenini tamir ettirmek için otuz kez ameliyat masasına yatacak. Bir ömür dolusu ağrı ve ıstırapla yaşayacak.
Resim yapmaya başladığında yatalakmış. 60’a yakın oto portresi var. En çok kendini çizmiş. ‘’Çünkü hep yalnızım…’’
Boynunda, tenini yarıp kanatan, dikenden bir kolye. Kolyenin ucunda, ölü bir sinekkuşu. Bir kara maymun, bir kara kedi ve sessizce sabreden, katlanan, dayanmaya uğraşan Frida… Harry Ranson Center, Austin
”Mona Lisa”, Leonardo da Vinci – 1503
Kelimenin gerçek anlamıyla ‘’paha biçilemez’’ olduğu için, sigortalı değil. Dünyanın en meşhur müzesinde, yedi milyon avro harcanarak yaratılmış yüksek güvenlikli, ısı kontrollü özel salonda; kurşungeçirmez camdan bir vitrinin içinde muhafaza ediliyor. Kendi adına bir posta kutusuna sahip çünkü 1815’te sergilenmeye başladığından beri, her yıl binlerce aşk mektubu alıyor.
Floransalı ipek tüccarı Francesco del Giocondo’nun karısı olduğu söyleniyor ama kim bilir… O bir muamma. Arkasındaki manzara hayali. Dudaklarındaki esrarengiz tebessüm, hem baştan çıkarıcı hem mesafeli. Kıyafeti ve saçları, zamanın modasına uygun ama kaşsız ve kirpiksiz olmasının sebebi, moda değil. Zamanın renkleri silip solduran zalimliği.
Hakkında şiirler, şarkılar yazılmış bir efsane o.
Rönesans’ın en parlak dehasının magnus opus’u. Dünyanın en ünlü resmi, bir kadının portresi… Louvre Müzesi, Paris
Açılış resmi: İsmini, Kuzey Rüzgârı’nı temsil eden Antik Yunan Tanrısı Boreas’tan alan portre, İngiliz ressam John William Waterhouse’a ait. 1903, Özel Koleksiyon.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.