Kıyıları gür ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız bir göl, Malaren Gölü. Üzerine serpilmiş 1200’den fazla adayla, İsveç topraklarında 120 km boyunca uzanıyor. Gölün, Baltık Denizi ile buluştuğu yerde; irili ufaklı adalar üzerinde, Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri kurulu. On dört adanın, elliden fazla köprüyle birbirine bağlandığı, yüzen şehir Stockholm.
Uçak, Arlanda Havaalanı’na yaklaşırken, şehri ilk kez görmeye hazırlanıyorum ama manzara, ormanlarla uzayıp gidiyor. Ormanlar ve üzerinde bulutların yüzdüğü, ışıltılı göllerle… Birazdan inişe geçeceğiz. Bavullarımızı aldıktan yalnızca yarım saat sonra şehir merkezine varmış olacağız. Havaalanı ile Stockholm’ün merkez istasyonu T-Centralen arasında çalışan Arlanda Express, yaklaşık yirmi yıl önce hizmete girmiş; dünya çapında tasarım ödülleri kazanmış bir hızlı tren. Vintage hissi uyandıran ahşap döşeli vagonların içinde, hızı zaman zaman 190 km’ye ulaşan trenle, uçarcasına Stockholm’a geldik bile.
Yaz Sarhoşu
Martıların sesi, vapur düdükleri, köprülerin altından gürül gürül akan suyun çağıltısı… Stockholm’ün sesleri, daha ilk karşılaşmada bir su dünyasında olduğumuzu hissettiriyor. Kaldığımız otelin kapısından çıkıp manzaraya alıcı gözüyle bakıyorum. Yolcu gemileri, tekneler, balıkçılar, bikini üstleri ve şortlarla uçup giden bisikletli kadınlar… Bir yaz manzarası bu. Hava neredeyse 30 derece. Gökyüzü tertemiz. Güneş kemiklerimi ısıtıyor. Oysa güneşin yükselmeden battığı, göllerin donup aylarca çözülmediği; yılın yarısında kara, karanlığa, zalim soğuklara teslim olan bir İskandinav şehri bu. Ona yaz sarhoşu haliyle rastladığım için şanslıyım. Sarhoşluğu bana da bulaşıyor.

Otelin tam karşısında, suyun öteki yanında İsveç’in en görkemli sarayı Kungliga Slottet yükseliyor. Kraliyet Sarayı, 1400’den fazla odası ve 700’e yakın penceresiyle dünyanın en büyük saraylarından biri. Sarayın arkasında, Stockholm’ün en eski ve en büyük katedrali Storkyrkan’ı görüyorum. Saray ve katedral, şehrin kadim semti Gamla Stan’ın yıldızları. Karşı adada, az ilerideki taş köprünün öteki ucunda; saraylar, katedraller ve tarih kadar eski sokaklarıyla Gamla Stan bizi bekliyor.
Yüzen Şehir
Stockholm’ün en eskilerinden biri olan Norrbro Köprüsü’nden yürüyoruz. Köprünün altından akan suyun insanı ürperten bir şiddeti var. O şiddetli akıntının ortasında, kayalıkların üzerinde, kasıklarına kadar suya girmiş halde balık avlayanları görünce heyecan duyuyorum. Yeniliğin heyecanı bu. Yeni bir şehirde olmanın mutlu heyecanı.
Köprünün ortasında durup şehri seyrediyoruz. Gustav Adolf Meydanı, Kraliyet Operası, Parlamento Binası, Kraliyet Sarayı… Baktıkça manzara genişliyor. Engin göğün altında; adalarla, köprülerle, ihtişamlı mimarisi ile derin sularda yüzen bir şehir açılıyor.
Şehrin Çekirdeği

Stockholm, 13. Yüzyıl’da, Gamla Stan’da kurulmuş. Şehrin hem tarihi hem coğrafi kalbi, bu ada. Dünyanın en iyi korunmuş Ortaçağ semtlerinden biri. Kraliyet Sarayı’nın önünden yürüyüp, Gamla Stan’ın limana inen sokaklarından birine dalıyoruz. Yalnızca birkaç dakika içinde bambaşka bir Stockholm’deyiz. Kaldırım taşlarıyla döşeli yılankavi sokaklar, omuz omuza yaslanmış hardal sarısı, gülkurusu evler; Rönesans kiliseleri, kuytu patikalar, loş kafeler… Her sokağa girmek istiyorum.

Kaybola kaybola gezerken küçük bir meydana varıyoruz. Burası Stortorget; Stockholm’ün en eski meydanı. 1520’de, Stockholm Katliamı’nın gerçekleştiği meydan burası. O zamanlar ülkeye hâkim olan Danimarka Kralı’nın emriyle, yüzlerce İsveçli asilzadenin başı kesilmiş bu meydanda. Şimdiyse şehrin en turistik yerlerinden biri; Gamla Stan’ın en cümbüşlü köşesi. Meydanı çevreleyen tarihi binaların en dikkat çekici olanı ise İsveç Akademisi’nin, ödülleri belirlemek için buluştuğu Nobel Müzesi.
Meydana bakan kafelerden birine, kaldırım masalarından en manzaralısına yerleşiyoruz. İsveç usulü bir fika yapmaya karar verip sıcak çikolata ve tarçınlı çörek ısmarlıyorum.
Fika, en basit tanımıyla ‘’kahve – tatlı molası’’ demek ama yüklendiği anlam bununla sınırlı değil. İsveçliler için bir zihniyet meselesi, fika. Hem zihni dinlendirmek hem sosyalleşmek için verilen bir mutluluk molası. Öyle ki İsveç şirketlerinde fika kavramı, çoktandır kurumsallaşmış bir ritüel olarak yer buluyor.
Stockholm bir manzaralar şehri. Yer yer küçük tepeler üzerine kurulu olduğundan, şehri yükseklerden seyretmek mümkün. Gamla Stan’a uzaktan bakmak ve en güzel Stockholm manzarasını yakalamak için Monteliüsvagen’a doğru yürümeye koyuluyoruz.
Stockholm Kartpostalı

Yarım kilometre uzunluğunda, manzaralı bir yürüyüş yolu Monteliüsvagen. Pastel renklerle bezeli eski mahallelerin içinden, yokuşları tırmana tırmana ulaşıyoruz. Bahçelerin arasından uzayan patikanın sonunda, manzara belirdiğinde gördüğüm şey beni şaşırtıyor. Monteliüsvagen ana baba günü ama çıt çıkmıyor. Herkes saygılı bir sessizlik içinde; gözler, şehrin kartpostal görüntüsüne çevrili. Malaren Gölü’nün üzerinde, tüm güzelliği ile Stockholm arz-ı endam ediyor.
Yüksek kulesi ile Belediye Sarayı’nı ve kül rengi heybeti ile Riddarholmen’i ayırt ediyorum. Sekiz milyon tuğla kullanılarak inşa edilmiş olan Belediye Sarayı, Nobel ödül törenlerinin yapıldığı yer. Riddarholmen ise Stockholm’ün halen ayakta olan tek Ortaçağ manastırı. Monteliüsvagen’de manzarayı içime çekerken İsveç hakkında okuduklarımı düşünüyorum.
İsveç Rüyası
‘’Sosyal bilinci yüksek, toplumsal refah konusunda ilerici bir zihniyete sahip; pragmatik, disiplinli ve mesafeli insanlar…’’ Rastladığım makalelerden birinde, İsveçliler bu sözlerle tanımlanıyordu. 19. Yüzyıl’ın sonunda sefalete batmışken; dünyanın en zengin, en ileri ülkelerinden birine dönüşmeyi başarmış İsveç. 1820 ile 1930 arasında, yokluktan ve adaletsizlikten kaçmak için, gelecek umuduyla Amerika’ya göç eden İsveçli sayısı, 1 milyon üç yüz bin. Göçün şiddeti öyle bir hal almış ki 1907’de, Parlamento tarafından olağanüstü yetkilere sahip bir komisyon kurulmuş. Komisyonun amacı, İsveç’i hızla yok oluşa sürükleyen göç dalgasını dindirmek ve gidenleri, dönmeye ikna etmekmiş. Sloganı ise şu: ‘’Amerika’nın en iyilerini İsveç’e taşı.’’ Her alanda reformların kapısını aralayan ve İsveç’i dirilten belli başlı prensiplerden biri olmuş bu.
Ülkeye ivme kazandıran bir başka prensip ise tarafsızlık. Dünya savaşlarının ikisine de katılmayı reddetmiş, İsveç. Ekonomik buhranlar, İsveç’i teğet geçmekle kalmamış; savaş dönemlerinde devam eden demir-çelik ihracatı sayesinde gücünü pekiştirmiş. Tarafsızlık, İsveç dış politikasının halen temel ilkesi. Bu ilke sebebiyle İsveç, bir NATO ülkesi değil ve yine bu ilkenin bir sonucu olarak, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan çatışmalarda, arabuluculuk görevi üstlenen belli başlı ülkelerden biri.
İsveç; mutlu gençlerin, mutlu yaşlıların ülkesi. İşsizlik oranı yüzde altı. Yolsuzluk neredeyse hiç yok. On milyondan az nüfusuyla dünyanın en güçlü ekonomilerinden birine; en iyi sağlık ve eğitim sistemlerine sahip. Bu başarıyı büyük ölçüde mümkün kılan ise İsveç Modeli Sosyal Demokrasi. Sosyalist prensiplerin, liberal bir ekonomi ve demokratik toplum anlayışı ile hayata geçirildiği bir model bu. ‘’İhtiyacı olmayan şeyi satın alan, kendinden çalar’’ düsturuyla yetişmiş bir neslin, yokluktan bir refah devleti yaratmasını sağlayan bir tür mutluluk formülü. Monteliüsvagen’den görülen manzara gibi, sağlam, aydınlık ve görkemli.
Tuhaf Bir Soygun
Stockholm’de hiçbir sabah gün doğumunu yakalayamadım. Şehri sabah ıssızlığında dolaşmak için erkenden çıkıyordum otelden. Saat yedi bile değilken güneş çoktan çatılara yerleşmiş oluyordu. Mayısta güneş dört buçukta doğup, akşam dokuz buçukta batıyor çünkü. Kuzeyin cilvesi…
Bir sabah metro istasyonunu ararken, kendimi bir otelin önünde buldum: Nobis Hotel. İsmini aklıma not etmiştim; hemen hatırladım. Bugün şehrin en gözde otellerinden biri olan Nobis Hotel, tarihe geçmiş bir soygunun adresi.
23 Ağustos 1973’te, İsveç bankası Kreditbanken’in Norrmalmstorg şubesinde bir soygun girişimi gerçekleşir. Soyguncu, eski bir hükümlü olan Jan Erik Ollson’dur. Ollson elinde bir makineli tüfekle bankaya girer, polis müdahale eder, Ollson ateş açar ve iki polisle dört banka çalışanını, altı gün boyunca rehin alır. Pazarlıklarla geçen o altı gün içinde, hem Ollson’la hem rehinelerle telefon görüşmesi yapanlardan biri de zamanın başbakanı Olof Palme’dir. Rehin tutulan üç kadından bir tanesi, Palme’yle yaptığı konuşmada, Ollson’a sonuna kadar güvendiğini; polis müdahale edecek olursa polis tarafından vurulmaktan korktuğunu söyler. Olacakların ilk habercisidir bu.
Altıncı günün sonunda polis, Ollson’u yakalamayı ve ona kendini siper eden rehineleri kurtarmayı başarır. Sonra daha tuhaf bir şey olur. Banka çalışanları, Ollson’dan davacı olmayı reddetmekle kalmaz; avukatlık masraflarını karşılamak amacıyla bir de bağış kampanyası başlatırlar.
Olay sırasında polisle birlikte çalışan psikiyatr ve kriminoloji uzmanı Nils Bejerot, rehinelerin ruh halini, psikoloji tarihine geçecek yeni bir kavramla adlandıracaktır: ‘’Stockholm Sendromu’’.
En yalın tanımıyla, ölüm korkusunun minnet duygusuna evrilmesi, Stockholm Sendromu. Hayatta kalma çabasından doğan bir tür savunma mekanizması. Bize kötülük etme gücü olanın mutluluğu ile kendi mutluluğumuz arasında kurduğumuz acıklı bir bağ. Tarikat üyelerinden aile içi şiddet kurbanlarına, savaş esirlerinden taciz mağduru çocuklara kadar çeşitli kesimlerde görülüyor.
O banka şubesi artık yok. ‘’Stockholm Sendromu’’nun ismini bulduğu yer, bugün bir otelin parçası. Ve öğrendiğim kadarıyla, otelin en fazla rağbet gören odası.
‘’Daha az kork, daha çok umut et. Daha az ye, daha çok çiğne. Daha az şikâyet et, daha çok nefes al. Daha az konuş, daha çok söyle. Ve daha az nefret et, daha çok sev ki tüm iyilikler senin olsun…’’ – Bir İsveç atasözü
Mutluluk Adası
Stockholm, Avrupa’da gördüğüm en güzel şehirlerden biri. Djurgarden ise benim için Stockholm’ün en güzel adası. Burası, bir zamanlar kraliyet arazisi olan parktan bir ada. Kilometrelerce uzanan orman patikaları, bisiklet yolları, bahçeler, piknik alanları, ta Vikingler dönemine tarihlenen meşe ağaçlarıyla; yeşil şehrin en yeşil köşesi.
Cazibesi, doğal güzelliği ile sınırlı değil. Djurgarden, aynı zamanda şehrin müzeler merkezi. Dünyanın ilk açık hava müzesi olan Skansen de burada, bir İsveç fenomeni olan ABBA’nın müzesi de. İsveç kültür tarihinin en büyük müzesi Nordiska Müzesi, içki müzesi Spritmuseum, okyanus müzesi Aquaria Vattenmuseum, meşhur savaş gemisinin sergilendiği Vasa Müzesi… Hepsi, Djurgarden’in parçası. Vasa, 10 Ağustos 1628’te, denize açıldığı ilk gün batmış. Hem de limandan ayrıldıktan dakikalar sonra! Gemicilik tarihinin en talihsiz mühendislik facialarından biri sayılıyor zira batma sebebi, fazla ağır olarak inşa edilmiş olması. Teknoloji karnesi yıldızlarla bezeli bir ülke için beklenmedik bir fiyasko.
En Güzel Hatıra

Djurgarden’in benim için bir anlamı daha var. Benim için Djurgarden, günbatımı demek. Güneşin alçalıp erimeye başladığı saatlerde; gökyüzü, şuruplu renklerle aşka geldiğinde, her defasında oradaydım. Djurgarden’in, zihnime en güzel Stokholm hatırası olarak yerleştiği köşesinde, Gröna Lund’da. Oğlumun, on iki yaş heyecanıyla ısrar edip bizi götürdüğü, su kıyısındaki lunaparkta…
Her şehir hatıralar bırakır. Herkes için öyle midir; bilmiyorum ama benim için, bir şehrin ismini andığımda, zihnimde öncelikle tek bir resim belirir. En güçlü hatıranın resmi… Gökyüzü morlu, pembeli, simli. Güneş, bal rengi bir top. Aşağıda, kıyının yakınından beyaz bir gemi süzülüyor. Gröna Lund’un ahşap salıncağında, Stockholm’ün üzerinde uçuyorum. Stockholm’ü işte bu resimle hatırlayacağım. Günbatımı güzelliğinde; saçımda rüzgâr ve kulağımda oğlumun gülüşüyle…
Benden Tavsiyeler

- Nefis deniz ürünleri için, şehrin Michelin yıldızlı, 130 yıllık restoranı Lisa Elmquist
- Fika keyfi için, Gamla Stan’ın tarihi kafesi Chokladkoppen
- ”Dünyanın en uzun sanat galerisi”ni gezmek için, her istasyonu farklı sanatçıların yapıtlarıyla bezeli olan Stockholm metrosu
- Norrbro Köprüsü’nün ortasından merdivenlerle inilen yüzen park
- Stockholm takımadalarından biri olan Fjaderholmarna’ya gezinti ve adanın en güzel restoranı Fjaderholmas Krog ’da öğle yemeği

Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.