Güzel Kitaplar

Son zamanlarda okuduğum en iyi kitapların tamamı kadın yazarlara ait ve büyük çoğunluğu, birer ‘’ilk roman.’’

NORMAL PEOPLE, Sally Rooney (NORMAL İNSANLAR, Can Yayınları)

Bir aşk hikâyesi

Genç ve âşık olmanın sade bir hikâyesi, Normal People. Connell ve Marianne’in, lisenin son senesinde başlayıp yıllar içinde aşk ve arkadaşlık arasında gidip gelen ilişkisinin sessiz ve derin hikâyesi.

sally
İrlandalı yazar Sally Rooney’nin kitabı, 2018’de Man Booker Ödülü’nü kazandı ve şimdiden geleceğin klasikleri arasında gösteriliyor. 

Onları 18 yaşlarındayken tanıyoruz. Marianne, zengin ve mutsuz bir ailenin, okul kafeteryasında bir başına Proust okuyan, arkadaşsız ve tuhaf kızı. Yoksul ve babasız Connell ise en popüler öğrencilerden biri. Yakışıklı, başarılı bir öğrenci, parlak bir sporcu ve tıpkı Marianne gibi o da çok zeki.

Okul hayatının sosyal hiyerarşisinde çok farklı yerlere sahipler. Bu farklılığa rağmen onları birbirine çeken nedir? Sayfaları çevirip hem kendi iç seslerini, hem birbirlerine söylediklerini dinledikçe ta içten kavrıyoruz bunu.

Liseden sonra, aynı üniversitede okumaya başlıyorlar. Dublin’in en prestijli okulu Trinity College’da, sosyal konumları farklılaşıyor. Ne Connell eskisi gibi popüler artık, ne Marianne bir outcast. İlişkinin güç dinamikleri oynayıp değiştikçe, onları seyretmek daha ilginç bir hal alıyor.

Normal People, İrlandalı yazar Sally Rooney’nin ikinci romanı. İlk kitabı Conversations with Friends‘i (Arkadaşlarla Sohbetler) yazdığında henüz 24 yaşındaymış. 1991 doğumlu, Rooney ve şimdiden bolca ödüle sahip. ‘’Edebiyatın Harika Çocuğu’’ diye anılıyor.

Gençlik, bir yanıyla rüzgâr gibi geçip gitmiş hissi veriyor. Bir yanıyla ise hiç solmayan, kaybolmayan; ne kadar uzakta kalsa da insanın içinde bir yerde taşımaya devam ettiği ebedi bir tecrübe. Connell ve Marianne, beni kendi gençliğime taşıdı. İkisini de öyle çok sevdim ki kitabı okurken bile onları özledim. Kitaba geri dönmek, onlarla tekrar buluşmak istedim. Onların hikâyesiyle birlikte, ilk gençliğin tuhaf hassasiyetleri içinde kaybolduğum; kendimi hem güçsüz ve yalnız, hem umut ve gelecek hissiyle dolu hissettiğim o uzak yıllara gittim.

Son aylarda okuduğum en güzel romanlardan biri, Normal People. Biliyorum, bir gün dönüp tekrar okuyacağım. İleride oğluma önereceğim kitaplardan biri olarak da listeme aldım. Şimdiyse merakla, önümüzdeki yıl yayınlanacak olan BBC uyarlamasını bekliyorum.

FLEISHMAN IS IN TROUBLE, Taffy Brodesser-Akner

Bir boşanma hikâyesi

Kırk küsur yaşındaki başarılı doktor, iki çocuk babası Toby Fleishman, sabah uyanır uyanmaz ilk iş telefonunu alır eline ve hiç tanımadığı kadınların ona gönderdiği erotik fotoğraflara bakmaya koyulur. Boşandığından beri Fleishman’ın dünyası değişmiştir, hem de hiç hayal etmediği biçimde. Dating aplikasyonlarının mucizesiyle tanışmış, sexting öğrenmiş; heyecan dolu randevular, günübirlik maceralar, onunla beraber olmaya can atan kadınlarla dolu yepyeni bir hayat keşfetmiştir. Kendini bildi bileli cazibesiz olduğuna inanmış, gönül ilişkilerinde güvensiz, reddedilmeye alışkın bir erkek için cennete düşmek gibidir bu. Toby Fleishman, yıllar boyu bir evliliği sürdürürken, bambaşka bir şekle bürünmüştür dünya.

fleishman
Hayranı olduğum psikoterapist Esther Perel, ”Bir partner seçtiğinizde, bir hikâye seçersiniz” diyor. ”Fleishman Is In Trouble” tam da bu görüşü doğrular nitelikte. 

Öte yandan boşanmak zordur, elbette. Özellikle de iki taraf birbirine bunca öfke doluyken. Bir zamanlar birbirini çok sevmiş iki insanın, on beş yılın sonunda biriktirdiği nefret, hayrete düşürür Fleishman’ı.

Bir yaz sabahı, Manhattan’daki bekâr evinde uyanır. Telefonuna bakar ve eski karısı Rachel’dan beklenmedik bir mesaj bulur. Rachel, Toby uyurken gecenin ortasında evine girmiş, çocuklarını konuk odasındaki yataklarda uyumaya bırakıp gitmiştir. Önce bir haftasonu tatiline gittiğini söyler ama günler, haftalar geçtikçe dönmeyeceği anlaşılır. Nerededir Rachel? Neden dönmez? Dahası kimdir o? Roman, yalnızca Toby’nin değil, Rachel’ın hikâyesini de anlatır.

Kitabın yazarı Taffy Brodesser-Akner, New York Times’ta yayımlanan celebrity portreleriyle ünlü bir gazeteci. Fleishman Is In Trouble (Fleishman’ın Başı Dertte), ilk romanı. Manhattan elitlerinin dünyasına aşina kıvrak bir kalemden, zevkle okunan, hafif bir roman bu. Benim gibi evlilik öykülerine merak duyanları memnun edebilir.

DISAPPEARING EARTH, Julia Phillips

Kayıp kızlar, kayıp hayatlar

Dünyanın en yalnız köşelerinden biri, Kamçatka Yarımadası. Rusya’nın Pasifik Kıyısında, üç yanı okyanus, kuzeyi sıradağlarla çevrili, neredeyse yarısı yanardağlarla kaplı, vahşi ve ıssız bir coğrafya. Otuz yıl öncesine kadar, ziyarete kapalı bir askeri bölgeymiş. Öyle ücra bir konuma sahip ki Kamçatka’ya bugün bile karadan ulaşmak mümkün değil. Volkanlar, gayzerler, ay yüzeyi gibi bomboş tundra ve okyanus… Disappearing Earth (Kaybolan Dünya), işte burada, bu topraklarda sırra kadem basan iki çocuğun hikâyesi.

julia
Amerikalı yazar Julia Phillips, üniversiteyi Moskova’da okumuş. ilk romanı ”Disappearing Earth”ü, romanın geçtiği Kamçatka Yarımadası’nda yaşarken yazmış.

Alyona ve Sofia, Kamçatka’nın tek büyük şehri olan Petropavlovsk’ta yaşayan iki kardeştir. Biri on bir yaşındadır, diğeri sekiz. Bir yaz günü, anneleri işteyken, dolaşmaya çıkarlar. Geri dönmezler. Romanın ‘’Ağustos’’ adındaki bu ilk bölümü, kızların kaybolduğu o Ağustos gününü anlatır. ‘’Eylül’’de on üç yaşındaki Olga’yı tanırız. ‘’Ekim’’de, sevgilisiyle kamp yapmaya giden gümrük memuru Katya’yı. ‘’Kasım’’da, biyopsi sonucunu bekleyen okul müdürü Valentina’yı… Kızların kayboluşundan sonraki bir yılı, aylara bölünmüş hikâyelerle takip ederiz. Her bölüm, Kamçatka’da yaşayan farklı bir kadının dünyasına çekip alır bizi. Kadınların gündelik yaşantılarına, onlarla birlikte Kamçatka’nın derinliklerine nüfuz ederiz; heyecanları, korkuları, aşkları ve kederleriyle her kadını iç dünyalarıyla tanırız. Her birinin hikâyesi, Alyona ve Sofia’nın kayboluş hikâyesiyle buluşur; bize onlardan bir şeyler anlatır.

Hem polisiye roman heyecanına, hem nefis bir edebi lezzete sahip, harika bir kitap, Disappearing Earth. Hikâyeler öyle iç burkan bir güzellikle yazılmış ki, her bölümden sonra gözlerimi kapayıp öylece durmak istedim. Durmak, hissetmek, unutmamak… Son sayfaları yüreğim ağzımda okudum ve gözyaşlarıyla bitirdim, kitabı. Daha önce Kamçatka’nın adını bile duymamıştım. Edebiyatın gücü ve güzelliği sayesinde, hiç gitmediğim, hiç bilmediğim o uzak ve ıssız toprakları kalbimle tanıyorum artık ve kolay kolay unutmayacağım.

TEMPER, Layne Fargo

‘’Masum bir çiçek gibi görün ama altındaki yılan ol…’’ Shakespeare

La La Land’in en sevdiğim sahneleri, Emma Stone’un film seçmelerine katıldığı sahnelerdi. O sahneleri izlerken ta eskilerden Mullholland Drive gelmişti aklıma. Filmi hayal meyal hatırlıyorum ama Naomi Watts’ın audition sahnesini unutmadım. Bir-iki ay önce seyrettiğim ve tadı hâlâ damağımda olan Once Upon a Time In Hollywood da benzer biçimde aklıma yerleşti. Leonardo Di Caprio’nun ‘’rol yapan aktör’’ rolünü canlandırdığı o harika sahnelerle…

Aktörlük psikolojisi her zaman merakımı cezbetti. Kâğıt üzerindeki sözcüklerden, bir hayal ürününden capcanlı bir karakter yaratma becerisini her yönüyle ilginç buluyorum. Temper’ı bunca zevkle okumamın ilk sebebi

temper
Layne Fargo’nun romanı, aktörlüğe ve tiyatro dünyasına ilgi duyanlar için zevkle okunan bir page-turner.

tam da bu. Her şeyden önce bir aktörlük hikâyesi, Temper. Aktörlüğün, karanlık hikâyesi…

Chicago’da, bir tiyatro oyununun başrolü için seçmelere katılan seksi ve hırslı Kira’nın performansıyla başlıyor, roman. Tiyatro’nun kurucusu ve oyunun namlı yönetmeni, kadın ve erkek, birlikte çalıştığı neredeyse her aktörü baştan çıkaran Malcolm. Yalnızca avcı cazibesiyle değil, sadistliğe varan oyunculuk teknikleriyle de ünlü. ‘’Bana bakışı’’ diyor Kira, Malcolm onu sahnede izlerken, ‘’boğazımı sıkan bir el gibi…’’

Sayfaları uçura uçura okunan bir psikolojik gerilim romanı, Temper.

Antik Yunan’ın büyük şairi Euripides’in meşhur sözünü doğrular nitelikte: ‘’Hayat, tiyatroya benzer. En öndeki koltukları, çoğu zaman, en kötüler kapar.’’

En öndeki koltukları ve bazen de sahneyi.

ASYMMETRY, Lisa Halliday (ASİMETRİ, Domingo Yayınevi)

‘’Yaratıcı olabilmek için insanın dört şeye sahip olması gerekir: İroni, melankoli, rekabet hissi ve bolca can sıkıntısı…’’

Asymmetry, üç bölümden oluşan sıradışı bir roman. İlk bölüm New York’ta, bir kitabevinde çalışan ve yazar olmayı hayal eden Alice ile Pulitzer ödüllü edebiyatçı Ezra’nın ilişkisi hakkında. Tesadüfen bir parkta tanışırlar. Ezra, Alice’e çikolata ikram eder; Alice, dünyaca ünlü Ezra Blazer’ı hemen tanır ve çok geçmeden aralarında bir aşk ilişkisi başlar. Alice 20’li yaşlarındadır, Ezra 70’lerin ortasında. Ezra, Alice’in hem sevgilisi olur hem akıl hocası. Aralarındaki ilişkiyi izlerken, gençliğin ve yaşlılığın farklı âlemleri da önümüze serilir. Hem en hakiki hem çok komik halleriyle birlikte…

asimetri
Dünyanın en saygın kültür ve sanat dergilerinden biri olan New Yorker, Lisa Halliday’in romanını ”bir edebi fenomen” diye nitelemiş.

Tam bu noktada kitabın yazarı Lisa Halliday ile ilgili bir bilgi paylaşmalıyım. Tıpkı Alice gibi, Halliday’in de gençliğinde çok ünlü bir yazarla ilişkisi olmuş: Pulitzer ödülü dâhil Ezra’yı birçok yönden andıran Philip Roth ile. İlişkileri birkaç yıl sürmüş ama dostlukları Roth’un ölümüne kadar devam etmiş. Kitaptaki ilk bölümün, bu denli etkileyici bir gerçeklik hissine sahip oluşunda, bu özel hikâyenin de payı olmalı.

Kitabın ikinci bölümü, yıllar sonra, bambaşka bir dünyada başlar. Bu kez Irak asıllı Amerikalı bir ekonomist olan Amar’le tanışırız. Amar, Londra üzerinden Erbil’e uçmaya hazırlanırken, terörist şüphesiyle Heathrow’da alıkonulur. Havaalanının Kafkaesk ortamında beklerken, geçmişi düşünür Amar. Ailesinin ABD’ye göç hikâyesini, okul yıllarını, ilk sevgilisini ve en çok da Irak’ta ortadan kaybolan ağabeyi Sami’yi. Amar’ın zihinden geçenleri okurken, benim zihnimde aynı soru dönüp durdu: Amar’ın hikâyesi, Alice ve Ezra’yla nerede buluşacak? Nedir onları birbirine bağlayacak olan?

Soru, kitabın üçüncü bölümünde cevabını bulur. Bu son bölümde, artık 90’larında olan Ezra’nın bir radyo programındaki röportajını dinleriz. Ezra, hayat ve edebiyat hakkında konuşurken ağzından çıkan kısacık, tek bir cümle, birbirine çok uzak, çok yabancı görünen ilk iki hikâyeyi bir çırpıda buluşturur. Lisa Halliday bunu o kadar incelikle yapmış ki dikkatsiz gözlerden kaçması işten değil.

Okuduğum hiçbir romana benzemiyor, Asymmetry. Hatta ‘’roman’’ tanımına bile uymayan bir roman. Ta ki son sayfayı bitirinceye kadar… Kitap okunup bittikten sonra insanın zihninde büyüyüp güzelleşmeye devam ediyor. Romanın kendine has yapısı gibi, ardında bıraktığı edebi tat da sürprizli.

SOCIAL CREATURE, Tara Isabella Burton

Zehirli arkadaşlar

Louise, sabahları uyanır ve uyandığına pişman olur. Geçinebilmek için üç işte birden çalıştığından her zaman yorgun, her zaman uykusuzdur. Kalkar, kırık dökük evinin paslı çürük banyosuna girer, tartıya çıkar. Louise, adet günlerinde bile en fazla 51.5 kilodur. Aynada önce saç diplerini, sonra yüzünü inceler. Sarıya boyadığı saçlarıyla uyumlu kaşlar çizer. Titizlikle makyaj yapar. Giyinir ve Manhattan’a doğru yola koyulur. İki buçuk saat yol gider. Şehre vardığında, bir kafeye girer. Pahalı bir kahve ısmarlar ve günün ilk mutlu selfie’sini çeker.

tara
Kadınlar arası arkadaşlıklar, edebiyatın sevdiği konulardan. ”Social Creature” da onlardan biri.

Louise bir gün Lavinia ile tanışır. Lisedeki kardeşine özel ders verecek bir öğretmen arıyordur, Lavinia. Louise, ilk derse gittiğinde, Park Avenue’daki gösterişli dairede, beline kadar inen bal rengi saçları ve kuş tüylerinden dikilmiş upuzun elbisesiyle Lavinia karşılar onu. Fonda bangır bangır opera, duvarlarda antika yelpazeler ve irili ufaklı porselen saksılarda, çoktan kurumuş, ölü çiçekler… 29 yaşındaki Louise ile 23 yaşındaki Lavinia’nın yıkıcı, boğucu, saplantılı arkadaşlığı işte o gün başlar.

Bir yanda hayatı bir sanat performansı gibi yaşamak isteyen, Shakespeare soneleri ve Latince caption’lar eşliğinde Instagram fotoğrafları paylaşan, ‘’sokak kedisi toplar gibi arkadaş toplayan’’, dünyanın gerçekleriyle bağları kopuk, insanların nasıl geçindiklerine dair fikirsiz, müsrif, şımarık, ilgi budalası Lavinia… Öte yanda kendini hayattan alacaklı gören, yoksul, yorgun, öfkeli ve depresif Louise… Taban tabana zıtlıklarına rağmen kendine ancak başkalarının gözünden bakabilen; içlerindeki dipsiz boşluğu, sosyal medyada yarattıkları sahte kimlikler üzerinden doldurmaya uğraşan, kim olduğunu bulamamış iki kadının arkadaşlık hikâyesi, Social Creature. ‘’Seninle olmak istiyorum’’dan, ‘’Sen olmak istiyorum’’a uzanan sürükleyici bir psikolojik gerilim romanı.

THE GOLDFINCH, Donna Tartt (SAKA KUŞU, Pegasus Yayınları)

Bir edebiyat senfonisi

The Goldfinch‘i, film uyarlamasının vizyona gireceğini öğrenince okumaya karar verdim. Kitap, neredeyse beş yıldır Kindle’ımın bir köşesinde öylece duruyordu. Satın aldığımda okumaya girişmiş, ilk sayfalarda bırakmıştım. Doğru bir zamanda geri dönmek üzere… O doğru zaman senelerce gelmedi. Araya başka kitaplar, başka hevesler girdi. Ta ki film ufukta belirinceye dek… Filmi seyredersem sonrasında kitabı hiç okumayabilirdim ve neden bilmem, bu ihtimal beni huzursuz etti. Nihayet The Goldfinch’i tekrar aldım elime. İyi ki almışım! Aksi türlüsü heba etmek olacaktı.

goldfinchHer anlamda büyük bir roman, The Goldfinch. On küsur yılda kaleme alınmış; neredeyse 800 sayfada, on dört yıla yayılan uzun bir hikâyeyi anlatan; aşkın, ölümün, sanatın, en çok da yalnızlığın romanı. Bir de anne-oğul sevgisinin…

‘’Amsterdam’dayken, yıllar sonra ilk kez rüyamda annemi gördüm’’ diye başlar anlatmaya, kitabın kahramanı Theo Decker. Theo annesini hatırlarken geçmişe, o dehşetli güne alır götürür bizi. Annesinin öldüğü güne…

New York’ta bir bahar sabahıdır. O zamanlar 14 yaşında bir çocuktur, Theo. Bir dizi tesadüf sonucu, okulda olmak yerine, annesiyle birlikte müzeye giden bir çocuk… O gün Metropolitan Müzesi’ne bir terör saldırısı düzenlenir. Müze yerle bir olur. İnsanlar ölür. Annesi ölür. Theo, mucize eseri canlı çıkar enkazdan. Yanında, hayatının yönünü değiştirecek olan iki şeyle birlikte: Yaşlı bir adamın, son nefesini vermeden önce ona emanet ettiği yüzüğü ve müzede sergilenen resimlerden biri olan Saka Kuşu ile. Bomba patlamadan kısa süre önce, resmi seyrederlerken, annesi Saka Kuşu’nun hüzünlü öyküsünü anlatmıştır ona. ‘’Geçmişten alıp kurtarabildiğimiz her şey bir mucize’’ demiştir.

Theo artık kimsesizdir. Önce bir arkadaşının evinde yaşamaya başlar. Geçici bir çözümdür bu ama Theo, Park Avenue’daki varlıklı hayatı benimsemeye isteklidir. Çok geçmeden, yıllar önce çekip giden babası çıkar ortaya. Bu defa babasının yanına, Las Vegas’a taşınır. Babası ve babasının sevgilisiyle geçirdiği yıllar, yalnızlığını koyulaştırır. Hayat, bir alkol ve uyuşturucu bulutu içinde başıboş akıp giderken, en yakını, romanın unutulmaz kahramanlarından biri olan okul arkadaşı Boris’tir.

Theo’yu hayata bağlayan iki şey vardır. İlki, herkesten sakladığı büyük sırrı, Saka Kuşu. Bu eşsiz sanat eseri, annesinden kalan son hatıradır. Resme git gide daha derinden bağlandıkça, suçluluk duygusu da aynı ölçüde keskinleşir. Saka Kuşu hem umuttur Theo için, hem de bir pranga.

Hayatına anlam katan ikinci şey ise Pippa’ya beslediği saplantılı aşktır. Pippa’yı ilk kez o uğursuz günde, müzede görmüştür. Tıpkı Theo gibi kız da saldırıdan kurtulanlardan biridir.

Theo’nun Las Vegas’taki hayatı bir başka ani ölümle sarsılınca, kaçarcasına New York’a geri döner. Çocukluğunun New York’unda, yetişkin olmayı öğrenir. Bir sanat taciri olarak kendine yeni bir hayat kurar ve Saka Kuşu’nu dünyadan saklamaya devam eder. Bütün hayatını, bir sır üzerine kurmuştur Theo. Bu sır, onu resmin vatanına, Hollanda’ya, belki de ölümün kıyısına çekip götürecektir.

donna
Donna Tartt, ”The Goldfinch” ile Pulitzer Ödülü’nü kazandı. Kitabın ilham kaynağı, ressam Carel Fabritius’un aynı adlı eseri. 

Kitabın yazarı Donna Tartt, otuz yıl içinde yalnızca üç tane roman yazmış; kendi deyişiyle ‘’minyatür ustası’’ gibi çalışmayı seven bir yazar. ‘’Duvar büyüklüğünde bir resmi, kirpik inceliğinde bir fırçayla çizer gibi…’’ Bir röportajında, yazma zevkini böyle tanımlıyor. Kitabın ilk tohumları, Amsterdam’a yaptığı bir gezide zihnine düşmüş. Dar sokaklar, puslu vitrinler, ıssız kanallarda bir başına yüzen kuğular, sokak lambalarının suya düşen ışığı, martı sesleri ve buz gibi rüzgâr… Donna Tartt, Hollanda şehirlerinin melankolik kış akşamlarını öyle güzel anlatıyor ki insan kışı özlüyor.

The Goldfinch’in son sayfalarını, Lahey’de bir kafede okuyup bitirdim. Sonra çıktım, sessiz bir yağmurun altında, Mauritshuis Müzesi’ne yürüdüm. İkinci katta, 14 numaralı salonda tekrar buldum onu; Saka Kuşu’nu. Carel Fabritius, resmi 1654 yılında tamamlamış; 32 yaşında ölmeden yalnızca aylar önce. Rembrandt’ın gözde öğrencisi, Hollanda tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan Delft Patlaması’nda hayatını kaybetmiş. Delft’in göbeğinde, bir barut deposu havaya uçtuğunda, yüzlerce insanla birlikte, şehrin yarıdan çoğu yanıp kül olmuş. Saka Kuşu, Fabritius’un yangından kurtulan bir avuç eserinden biri.

Mauritshuis Müzesi, alışılmadık biçimde tenhaydı o gün. Saka Kuşu’nun önünde yalnızca iki kişiydik; ben ve bir Japon turist. Yan yana durup resmi seyretmeye koyulduk. Yaratıcısının hikâyesi gibi, hüzünlü bir resim bu. Bir esaretin resmi. Zihnim, romandan sahnelerle dolu halde Saka Kuşu’na bakarken, yanımdaki kadın derin bir iç çekti. Dönüp birbirimize gülümsedik. O da kitabı okumuş muydu? Theo’nun hikâyesini öğrenmiş miydi? Bilmiyorum. Okuduğunu düşünmek istiyorum çünkü az bulunur bir andı bu. Bir müze koridorunda, resmin edebiyatla buluştuğu nadir bir an. Yangından kurtulan hayatlar, enkazda bulunan güzellikler gibi…