Dünya ne kadar hızla değişti… Okullar kapandı. Sınırlar kapandı. Randevular iptal oldu. Market rafları boşaldı. Restoranlar, kafeler, mağazalar, sinemalar… Işıklar söndü, hayat farklı bir ritme büründü. Çok değil, yalnızca üç ay önce, uzak diyarlarda baş gösteren esrarengiz bir zatürre öyküsü, dünyanın merkezi olup çıktı. Salgın, karantina, pandemi, acil durum ilanı, uçuş yasakları, hasta sayısı, ölü sayısı… Her şey onunla ilgili, her şey onun hakkında. Wuhan’dan gelen görüntülere, distopik bir filmden sahnelere bakar gibi ta uzaktan, yabancı gözlerle baktığımız günler geride kaldı. Herkesle birlikte biz de o filmin içindeyiz artık.
Kendi adıma, hiç aklıma getirmediğim bir şey daha oldu: Hollanda’da yaşıyorum ve bugün benim için uzak diyar, İstanbul. Aklım orada. Annemde, babamda, kız kardeşimde… Bilinmeyenin verdiği endişe, mesafelerle birleşince, daha önce hiç bu kadar derinden duymadığım bir hisle uğulduyor içim, gurbet hissiyle.
Ne eskisi kadar özgür, ne eskisi kadar güvendeyiz. Yüzyılın en büyük sağlık tehlikesi hayatlarımızı kuşatırken, yalnızca panikten değil, inkârdan da uzakta, doğru yerde durmaya ihtiyacımız var. Dünyanın yeni halini kavramaya çalışırken, kendi içimde kaybolup gitmemek için okuyorum, dinliyorum. Bilimin ve aklın sesini duymak için, sakin bir dikkatle, zihnimin kapılarını açık tutmaya gayret ediyorum.
BİZE NE OLACAK?
Toplumdaki hastalıkların dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunları belirleyen unsurları inceleyen bir tıp dalı var; ismi ‘’epidemiyoloji’’. Harvard Üniversitesi profesörü Marc Lipsitch, dünyanın önde gelen epidemiyoloji uzmanlarından ve Corona salgını hakkında görüşlerine en sık başvurulan doktorlardan biri. Lipsitch’in ismini herhalde hiçbir zaman unutmayacağım çünkü Corona’ya bakışımı değiştiren kişi o. Fark ettim ki tesadüfen bir söyleşisine denk gelip onun sözlerine kulak verinceye dek bir tür inkâr halindeymişim. Hem ilgi gösterip öğrenmeye korktuğum için hem de kendimi duygusal olarak koruma dürtüsüyle… ‘’Grip de her yıl on binlerce insanı öldürüyor; bu da ondan farklı değil…’’ İnanması en kolay ve konforlu görüş buydu; ben de uzun süre buna tutunmayı tercih ettim. Ne büyük bir yanılgıymış meğer…

Marc Lipsitch, Amerikalı yazar ve hukuk profesörü Noah Feldman’ın Deep Background adlı podcast’inde dinlediğim röportajında, özetle şunları söylüyordu: ‘’Salgının henüz en başındayız. Corona virüsü, önümüzdeki bir yıl içinde dünya yetişkin nüfusunun yüzde 60’ına bulaşabilir ve bu insanların yüzde 1 ile 2’si ölebilir. 7-8 milyon insanın ölümü demek bu.’’
Tıbbın henüz üç ay önce tanıştığı, insan vücudunun ilk kez maruz kaldığı bir virüsten bahsediyoruz. Her şey çok yeni. Veriler hızla değişebilir, bugünün tahminleri yarın anlamsız kalabilir. Bunu hatırlatmakla birlikte Lipstich, öngörüsünü kısaca şöyle açıklıyor: Bir hastalığın ne ölçüde bulaşıcı olduğunu yani çoğalma hızını gösteren bir ölçüt var; temel çoğalma sayısı. Corona virüsü için bu sayının 2 ile 4 arası olduğu düşünülüyor. Yani enfekte olan kişi, ortalama olarak en az 2 kişiye hastalığı bulaştırıyor.
‘’Mesele şu ki’’ diyor Lipsitch, ‘’Virüsün kaç kişiye yayıldığını bilmiyoruz. Önümüzde bir buzdağı yükseliyor. Buzdağının tepesi, hasta olduğunu bildiklerimiz. Görünmeyen kısmı ise hastalığı hafif veya belirtisiz geçirdiği için raporlanmayanlar, bilinmeyenler. Bu yüzden ölüm oranını, salgın ancak geçip bittikten sonra görebileceğiz. Öte yandan bu yepyeni bir virüs. Hiçbirimizin bağışıklığı yok. Çoğalma sayısının en az 2 olduğu yeni bir hastalıkta, salgının kalıcı olarak durması için nüfusun en az yarısına virüsün bulaşmış olması, nüfusun en az yarısının bağışıklık kazanması gerekir. Bu bir spekülasyon değil; temel epidemiyoloji matematiği.’’
Marc Lipsitch’i dinlememin üzerinden on gün geçti. Üç gün önce ise Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin tarihi konuşmasını dinledim. Tarihi çünkü bir başbakan en son 1973’te ulusa seslenmiş burada; petrol krizi sırasında. Rutte ‘’Coronovirüsü, dünyanın geri kalanıyla birlikte bizi de pençesine aldı’’ diye başladı söze. ‘’Zor bir konuşma yapmak zorundayım. Gerçek şu ki yakın gelecekte toplumumuzun büyük kısmı Corona virüsü ile enfekte olacak…’’

BÜYÜK YANILGIMIZ: ‘’GRİP GİBİ BİR ŞEY…’’
Stalin’e atfedilen bir söz var: ‘’Bir ölüm trajedidir. Bir milyon ölüm, istatistik.’’
Bu sözün psikolojideki karşılığı, ‘’ruhsal donukluk, ruhsal hissizlik’’ diye adlandırılan bir kavram. Anlamı şu: Bir trajedide kurban sayısı arttıkça, empati becerimiz ve yardım etme isteğimiz azalıyor. Bir başka deyişle, ne kadar çok kurban varsa, söz konusu olay o denli uzaklaşıp küçülüyor gözümüzde…
Psikolog Paul Slovic’e göre, Corona’nın yarattığı endişeyi, mevsimsel grip salgınlarını referans göstererek bastırma uğraşı da aynı ruhsal duruma hizmet etti. Her yıl yüz binlerce insanın grip yüzünden öldüğü bir gerçek. Dünya Sağlık Örgütü’nün verileri, senede 300 bin ile 650 bin arası insanın grip yüzünden hayatını kaybettiğini gösteriyor. Durup dikkatle düşününce sindirmesi zor, ürkütücü bir veri bu. Öte yandan manşetlik haber değerine sahip değil. Olsaydı manşetlerde görürdük. Görmedik ama defalarca istatistikleri duyduk. Her yıl onca insanın grip yüzünden öldüğünü öğrendik; tekrarlandıkça bu bilgiye alıştık ve etkilenmez olduk. Yeni bir hastalığın bilinmezliği çok daha korkutucu olabilecekken, çoktan kanıksadığımız başka bir hastalıkla, grip salgınıyla aynı kefeye konmuş olmasında yanlış bir teselli bulduk.
Nörobilim uzmanı Sam Harris’in uzun zamandır ilgiyle takip ettiğim podcast’i Making Sense’te, birkaç gün önce çok önemli bir uzmanı daha dinleme imkânım oldu. John Hopkins Üniversitesi Sağlık Güvenliği Merkezi’nin başkanı Amesh Adalja. Adalja, enfeksiyon hastalıkları ve yoğun bakım doktoru. Uzmanlığı, pandemi hazırlığı.
‘’Haftalardır bunu yineliyoruz’’ diyor Adalja. ‘’Bu virüs, hayatımızda daha önce karşılaştığımız hiçbir şeye benzemiyor. Grip benzetmesi, yanlış olduğu kadar tehlikeli de!’’
Gripte ölüm oranı, yüzde 0.1. Corona’da bunun 10 katı olduğu düşünülüyor.
Gripte çoğalma hızı yani insandan insana yayılma potansiyeli 1.3, Corona’da en az 2. Hatta daha yüksek…
Gripte kuluçka dönemi, yani virüsün vücuda girmesinden belirtilerin ortaya çıkmasına kadar geçen süre, ortalama 2 gün. Corona’da 5 ile 14 gün arası.
Adalja, bugün herkesin yüzleşmek zorunda olduğu gerçeği hatırlatıyor: ‘’Virüsü durdurmak için artık çok geç. Ama salgını yavaşlatmak için halen yapabileceklerimiz var…’’
SAĞLIK ÇALIŞANLARI TEHLİKEDE
30 Aralık 2019’da, Wuhan’da yaşayan bir göz doktoru, meslektaşlarıyla yazıştığı küçük bir sohbet grubunda, son günlerde dikkatini çeken şüpheli bir virüsten bahsetti. 2003’te, yaklaşık 800 insanın ölümüne yol açan SARS virüsüne benziyordu bu ve ard arda yedi hastada görülmüştü. ‘’Kendimizi koruyalım. Dikkatli olmalıyız’’ diyordu doktor. Yalnızca iki ay sonra küresel bir salgına dönüşecek olan Corona’ya dair ilk ikazdı bu.
Doktor Li Wenliang’ın mesajı, başka gruplarda da paylaşılmaya başlandı ve kısa süre içinde hızla yayıldı. Sonra ne oldu? Önce çalıştığı hastanede, dışarıya bilgi sızdırdığı için disiplin cezasına çarptırıldı, Li. Ardından Wuhan Güvenlik Bürosu tarafından sorguya çekildi. Yasaları çiğnediğini ve toplum huzuruna zarar verdiğini ifade eden bir belge imzalamaya zorlandı. Hatasını tekrarlarsa yargılanacağına dair uyarı aldı ve işine geri döndü.

Li Wenliang, 7 Aralık günü bir glokom hastasını muayene etti. Huanan Balık Pazarı’nda çalışan bir dükkân sahibiydi, adam. Ertesi gün aynı hastayı, yüksek ateş şikâyetiyle tekrar hastanede görünce, Corona olabileceğinden şüphelendi. Yanılmamıştı… Üç gün sonra kendisi de ateşlendi, öksürmeye başladı. O sıralar hamile olan karısını ve bir yaşındaki oğlunu koruyabilmek için evden ayrılıp bir otele yerleşti. 7 Şubat günü, 34 yaşında hayatını kaybettiğinde bir kahramandı artık. İnsanlığın Corona’ya açtığı savaşta, tarihe geçen ilk kahraman…
Çin’den gelen veriler, enfeksiyonların yüzde 30’unun sağlık çalışanlarında görüldüğünü işaret ediyor. Dün Dutch News’da rastladığım bir haber, salgının yeni yeni ivme kazandığı Hollanda’da, beş hastadan birinin sağlık çalışanı olduğunu yazıyordu. New York Times ’ta okuduğum bir makalede ise ‘’Cephede olmak gibi’’ diye tanımlıyordu bir doktor ruh halini . ‘’Kendini ne kadar sipere çeksen de serseri bir kurşuna kurban gidebilirsin…’’ Gardını korumak normal koşullarda bile kolay değilken, stres altında, uykusuz ve yorgun halde hatasız çalışabilmek mümkün mü?
Risk bu kadarla sınırlı değil. Enfeksiyon hastalıklarında, hastalığın seyrini etkileyen bir ölçüt daha var: viral yük. Virüse tekrar tekrar maruz kalmak, özellikle hasta kişinin vücut sıvılarına temas etmek, enfeksiyonu şiddetlendiriyor. Sağlık personelinin maruz kaldığı viral doz, sosyal hayatın normal koşullarında maruz kalınandan kat be kat fazla. Bu duruma, zor çalışma koşulları içinde zaten zayıf düşmüş bir bağışıklık sistemi ile yakalanmak ise tehlikeyi arttırıyor. Genç ve sağlıklı doktorları, hemşireleri ağır hasta eden, hatta hayatlarına mal olan da bu tehlike.
SOSYAL MESAFE BİR SORUMLULUKTUR
Sağlıklı bir insanken hayatınızın en şiddetli gribine yakalandığınızı farz edin. Şimdi ikinci bir senaryo hayal edin: Hayatınızın en şiddetli gribine, hastanelerin hasta kabul edemeyecek kadar dolduğu, sağlık personelinin hasta düştüğü, sağlık sistemin çöktüğü bir dönemde yakalandığınız bir başka senaryo…

Bugün hâlâ sosyal mekânların kapatılmasına karşı çıkanları, sosyal mesafe telkinlerine omuz silkenleri, tehlikeyi küçümseyenleri gördükçe dehşete düşüyorum. Dünya çapında savaş koşullarına geçmiş haldeyiz. Tehlikede olan yalnızca sağlığımız ve hayatımız değil. Sosyal ve ekonomik olarak da bizi nelerin beklediğini bilmiyoruz. Bu olağanüstü durumu kabullenmek hepimiz için çok zor.
Öte yandan öyle bir çıkmazdayız ki salgını yavaşlatmaktan başka çare kalmadı. ‘’Şimdi yapmamız gereken, virüse karşı zaman kazanmak’’ diyor Amesh Adalja. Hem kendimize hem çevremize hatırlatmak zorundayız: Ne kadar çok sayıda insanla temasımız olursa, virüsün yayılmasına o kadar hizmet etmiş olacağız. Virüs ne kadar hızlı yayılırsa, o kadar çok insan hasta olacak. Aynı dönemde ne kadar çok insan hasta olursa, sağlık sistemi o kadar şiddetle çökecek. İnsanlar ölecek… Kısacası ya küçük dalgalarla atlatmaya çalışacağız bu salgını, ya tsunamiye kapılıp gideceğiz. İşte bu yüzden sosyal mesafelendirme bir sorumluluktur. Bunu birbirimize borçluyuz.
Dün akşamüstü saatlerinde evden çıktım, her zaman alışveriş yaptığım büyük markete yürüdüm. Çoğu rafları boş kalmış çıplak reyonların arasında, yolumu kaybetmiş gibi turlayıp durdum. Bulabildiğimi aldım, kasada sıraya girdim. Aramızda birer metre mesafe bırakmış halde, sessiz ve tedirgin beklerken, bedenlerimiz ne kadar narin göründü gözüme… Istırapları ve zevkleri, tebessüm çizgileri ve yara izleriyle, sırları ve hatıralarıyla bizim hikâyemiz olan bedenlerimiz… Kaderlerimizi buluşturan bedenlerimiz… Birbirimize sandığımızdan çok daha yakınmışız meğer. Herkesin ve hepimizin iyiliği için uzak durmak zorundayız şimdi.
Marketten çıkıp parka girdim. Kulağımda kuş sesleri, yeni yeni çiçeklenen dalların gölgesinde yürümeye koyuldum. Yaklaşan baharın güzelliği içime hem ümit hem hüzün veriyor. Havayı derin derin soluyan ciğerlerimin gücü, beni yaşatan soluğum gibi…
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.