Günlerdir kafamın içinde sirenler çalıyor. Bazen en üst perdeden, bazen uzak bir uğultu halinde ama susmaksızın hep orada. Onu düşünmezken bile varlığını duyabiliyorum. Radyoaktif bir madde gibi durduğu yerde zihnimi zehirliyor. Salgının henüz ilk günleri ve şimdiden bu haldeyim.
Başucu lambasına uzanıp ışığı kapamak yerine, düşüncesizlik edip telefonuma uzanıyorum. Uyuyup unutmak varken, başlıyorum telefonu kurcalamaya. Virüs, hastalık, ölüm… Bir sayfadan öbürüne sürüklendikçe zihnimde bir çukur açılıyor. Düşüne düşüne düşüyorum içine. Evimin güvenliği içinde olduğumu unutuyorum. İyi ve sağlıklı olduğumu unutuyorum. Beni şimdiki andan, şimdi bulunduğum yerden koparıp hayali bir geleceğe sürükleyen endişelerin zifiri karanlığında kayboluyorum…
İnsan zihninin böyle bir becerisi, böyle bir laneti var: Geleceği hayal edebilmek. Korku ve endişe duymak için, gerçek bir tehditle karşı karşıya bulunmamız gerekmiyor. ‘’Ya olursa?’’ diye hayal etmemiz yeterli. Zihnimizde ürettiğimiz düşünceler ve imgeler, gerçek dünya ile aramıza duvarlar örüyor. Bizi rehin alıyor. Hatırlayarak, düşünerek, kafamızda kura kura kendimizi tehlikede olduğumuza inandırabiliyoruz. Bunu öyle ustalıkla yapıyoruz ki yalnızca zihnimizi değil, bedenimizi de aldatmayı başarıyoruz. Durduğumuz yerde nabzımız hızlanıyor. Dilimiz damağımız kuruyor. Ürpertiler ve çarpıntılar içinde, kendi kurduğumuz cehennemde acı çekiyoruz.
Neden yapıyoruz bunu? Neden kendimize hayali ıstıraplar yaratıyoruz?
Öncelikle şunu teslim etmek şart: Dünya çapında bir sağlık tehlikesiyle karşı karşıyayız. Düne kadar edebiyatın ve sinemanın defalarca hayal ettiği bir felaket senaryosu adım adım gerçekleşiyor. Durum buyken, korkmamak mümkün mü? En ilkel, en eski duygumuz korku. Ateşten, yılanlardan, uçurumlardan korkmayı öğrenmiş atalarımız sayesinde buradayız. Hayatta kalabilmeyi korkularımıza borçluyuz. Öte yandan bir uçurumun kıyısındayken aşağıya yuvarlanmaktan korkmakla, uçurumlar hayal edip, hayali uçurumlardan kayıp düşmekten korkmak apayrı şeyler. İlki bizi koruyor, ikincisinin faydası yok.
Endişe, en sade tanımıyla ‘’gelecek korkusu’’. Geleceği hayal edebilme becerimizi ıstıraba çeviren iki temel unsur var: Geleceğin bilinmezliği ve ölüm bilinci. Sonunda ölüm olan bilinmez bir gelecek… Bu bilinmezliğe karşı o kadar çaresiz hissediyoruz ki nafile bir uğraşla, kendi kafamızda gelecekler uyduruyoruz. Bir çelişki gibi görünebilir ama psikoloji, endişe etmenin bize sahte bir zırh sağladığına işaret ediyor. Zihnimizde yazdığımız senaryolarla en kötüye hazırlandığımızı, böylelikle geleceğimiz üzerinde bir parça kontrol sahibi olduğumuzu zannediyoruz. ‘’Yeterince korkarsam, o kadar güvende olurum…’’ Oysa çoğu zaman bu bir yanılgı.

Kendi adıma şuna inanıyorum: Corona salgını, birçoğumuz için bir dönüm noktası olacak. Önceliklerimiz değişecek. Yalnızca dünyanın yeni haline değil, kendi içimize de yeni gözlerle bakacağız. Zihnimizi tekrardan inşa edeceğiz.
Salgının ilk haftasında, zihnim yumruk gibi sıkılı, dünyam endişelerle daralıp küçülmüş haldeyken, sabaha kadar uyumadığım o gecenin sonunda bir karar verdim: Buna izin vermeyeceğim. Hayatı, kendi kendime yarattığım faydasız düşüncelerin hükmünde heba etmeyeceğim.
Kitaplarımı açtım. Mindfulness ve meditasyon okumalarıma geri döndüm. Stres ve endişe üzerine okuduğum kitapların notlarını tekrar serdim önüme. Corona günlerinde korku, panik, endişe konulu makalelere, röportajlara daldım. Hatırladıklarımı ve öğrendiklerimi yalnızca bu dönem için değil, bundan sonrasında da bir daha unutmamak üzere yeni baştan sıraladım.
Duygulara mahkûm değiliz.
Duygulara dair klasik bir yanılgı var. Zannediyoruz ki duygular bize ‘olan’ şeyler. Tamamen kontrolümüz dışında, aniden başımıza gelen ve bize hükmeden… Bizi duyguların ve ruh hallerinin insafına bırakan, aklımızı küçümseyen bir yanılgı bu.
Nörobilim uzmanı Lisa Feldman Barrett’in tam da bu yanılgıdan yola çıkarak yazdığı, dönüp dönüp okunmalık bir kitabı bulunuyor: How Emotions Are Made. ‘’Beynimizin öncelikli görevi, düşünmek, hissetmek, hatta görmek ya da işitmek değildir’’ diyor Feldman. ‘’Beynimizin öncelikli görevi, bizi hayatta tutmaktır. Bunun için hem bedensel duyulara hem dış dünyadan gelen işaretlere anlam vermek üzere kavramlar inşa eder. Bunu, eski tecrübelerden öğrendiklerine dayanarak durmaksızın tahminlerde bulunarak yapar. Bu kavramlar, önceden tayin edilmiş, değiştirilemez nitelikte değildir; hepsi tecrübeyle öğrenilmiştir. Duyguları yaratan işte bu kavramlardır.’’

Beynimiz, işaretleri okuyup kavramları, kavramlar duyguları inşa ediyorsa eğer, duygusal hayatımız üzerinde sandığımızdan daha fazla gücümüz var demektir. Kavramları etkileme gücü… Bunu fark etmenin ilk adımı, basit bir soruyla başlıyor: ‘’Ne hissediyorum?’’
Endişe, virüs gibi çoğalıp yayılabilen, birbirini çağırıp besleyen düşüncelerle zihnimizi kuşatabilen bir duygu. Çoğu zaman her şey tek bir düşünceyle başlıyor. O düşünceyi belirdiği ilk anlarda fark etmeyi başarırsak, büyüyüp serpilmesini de önleyebiliyoruz ama bunu yapmak kolay değil. Zihin o kadar geveze ve ısrarcı ki düşüncelerle aramıza mesafe koyabilmek hem uğraş gerektiriyor hem idman. Aksine düşündüğümüz her şeye inanmaya, düşüncelerimizle özdeşleşmeye meyilliyiz. ‘’Ne hissediyorum?’’ sorusu, bu kargaşada bize nefes alabileceğimiz bir alan açıyor.
Harvard Üniversitesi Psikoloji Profesörü Susan David, Emotional Agility isimli kitabında, ‘’Bir duyguya saplanıp kalmaktan kurtulmanın yolu, onu bastırmak, küçümsemek veya görmezden gelmek değildir’’ diyor. ‘’Her duygu, bizim için değerli olan, umursadığımız ve önemsediğimiz bir şeye işaret eder. Her duygu bize bilgi taşır. Ne hissediyorum? Bu duygunun işlevi nedir? Bana, benimle ilgili ne söylüyor? Bir duygu üzerinde kontrol sahibi olabilmenin yolu, öncelikle onu fark etmekten geçer.’’

İnsan zihni, zamanın çoğunu şimdiki anda yaşamıyor. Dikkatimizi şimdiki an’a çevirip, çaba göstererek şimdiye odaklanmadığımızda zihnimiz ya geçmişe gidiyor ya da çoğu zaman olduğu gibi geleceğe. Hayatı an be an tecrübe etmemizin önüne geçen, hatta hayatı gerçekliğiyle yaşamamızı engelleyip onu bizden çalan bir zaaf bu. Endişe, geleceğe ait bir duygu ve endişeli hissettiğimizde olan da aynı; içinde bulunduğumuz andan kopuyoruz. Tam da bu yüzden, durup derin bir nefes aldığımızda ve ‘’Ben ne hissediyorum?’’ diye kendimize sorduğumuzda, zihnimizi kayıp gittiği gelecekten çekip şimdinin gerçekliğine geri getirmiş oluyoruz. Hissettiğimiz her neyse ona dışarıdan ve merak duyarak bakabilmek, duyguyu benliğimizin bir parçası olmaktan çıkarıyor. Duyguyla özdeşleşmekten, duygunun kendisi olmaktan kurtuluyoruz.
‘’Endişe hissediyorum.’’
Yalnızca bir duygu bu. Bugüne dek hissettiğim sayısız duygudan sadece biri. Ne gelecekten bir mesaj, ne hakikatin ispatı ne de benliğimin özü… Daha önce hissettiğim sayısız duygu gibi, o da gelecek ve geçecek.
Duygularını değiştirmek istiyorsan, önce düşüncelerini değiştirmelisin.
Susan David’in bir önerisi daha var: Duygunun üzerimizdeki gücünü zayıflatmak için yazmak.
Kendimi bildim bileli hemen her gün bir şeyler yazmış biri olarak, benim de çoğu zaman tecrübe ettiğim bir şey bu: Kafamın içinde kilitli kalan her şeyi, olduğundan daha kuvvetliymiş gibi algılıyorum. Oysa bir durumu, sözcüklerle tanımlayıp kâğıt üstünde gördüğümüzde, onu zihnimizin karanlığından çekip çıkarmış oluyoruz. Karanlıktan sıyrılmış hali ise çoğu kez sandığımızdan daha az korkutucu, daha güçsüz…
Yazmak, insanın kendisiyle bağ kurması demek. Yazdıkça zihnimizin nasıl işlediğini görmeye başlıyoruz. Endişenin hangi düşüncelerden filizlendiği yavaş yavaş beliriyor. Bir ipi ucundan tutup çeker gibi, sözcük sözcük, cümle cümle endişeyi oluşturan düşünceleri yakalamaya başlıyoruz. Biz düşündüğümüz için var olan düşünceler… Bir duruma, bir olaya, bir insana verdiğimiz duygusal tepki, onu zihnimizde nasıl tanımladığımız, nasıl ele aldığımızla bağlantılı. Duygusal tepkilerimizi yaratan, işte bu düşünceler. Sırf bu kadarını fark etmek bile özgürlük veriyor. Olan biteni kontrol edebilme gücümüz yok ama olan bitene dair nasıl düşüneceğimiz üzerinde gücümüz var. Düşüncelerimizi seçme gücümüz var.

‘’Bilmiyorum’’ diyebilmenin huzuru
Ne tuhaf! Hayatın büyük kısmını, hayatı nasıl yaşayacağımızı öğrenerek geçiriyoruz. Corona salgını bunu bir kez daha hatırlattı. Alışkanlıklar, rutinler, konforlar, tekrarlayıp durduğumuz için hakikat sandığımız hikâyeler… Normal diye benimseyip çantada keklik gördüğümüz birçok şeyden göz açıp kapayana dek mahrum kaldık. Hayatımızın ne kadar azını kontrol edebiliyormuşuz meğer.
Salgın ne kadar büyüyecek? Ne zaman bitecek? Dünya ne hale gelecek? Bize ne olacak?
Bilmiyoruz ve en kötü şey, bilmemek değil. ‘’Bilmiyorum’’ diyebilmek bir teslimiyet değil. Aksine bilinmezliği kabul etmenin insana akıl ve güç veren bir yanı var. Her şeyden önce bilmediğimiz, dolayısıyla kontrol edemeyeceğimiz şeyler için boşa vakit ve duygu harcamaktan kurtarıyor bizi. ‘’Ya hasta olursam? Ya hasta olur da iyileşmezsem’’ diye savrulup gitmek yerine mesela, yapabileceğimiz şeyler var. Hasta olma ihtimaline karşı önlem almak, plan yapmak, mümkünse çözüm üretmek… Aklımızı ve vaktimizi, hayatın kontrol edebileceğimiz kısmı için kullanmak. Temizlikten beslenmeye, uyku alışkanlığımızdan sosyal davranışlarımıza, seçimlerimiz doğrultusunda ve imkânlarımız dâhilinde çok şeyi etkilemek mümkün.
Duygusal sağlığımız için yapabileceklerimizden biri de sosyal medyadan haber kanallarına, bilgi ve iletişim araçlarını tüketme biçimimizle ilgili. Yeni bir dünyada, yeni kuralların güdümünde ve acil durum koşullarında yaşıyoruz artık. Zaman her zamankinden daha değerli.
Sosyal salgın
Zamanla dost değiliz. Hayatımız boyunca ne çok kez zamansızlıktan şikâyet ettik; zamana karşı, zamana rağmen verdiğimiz uğraşlarla bitap düştük. Ne çok zaman kaybettik… Salgınla birlikte yeniden şekillenen gündelik hayatın içinde, zamana dair yeni bir şeyin farkına vardım: Zaman dediğim şey, aslında dikkatmiş. Zaman algımı etkileyen ve benim için zamanı hızlandıran veya yavaşlatan, saatleri veya günleri değil, dikkatimi nasıl harcadığımla bağlantılı. Sosyal medyanın keşmekeşi içinde harcanan manasız bir saati algılayışımla, zevkle okuduğum kitaba harcadığım bir saati algılayışım bir değil. Bir gazeteden diğerine, Twitter’dan Facebook’a, bir gruptan öbürüne sürüklenip durduğum uzun saatlerin sonunda hissettiğim şey hep aynı. Tıka basıp şişip yine de aç ve mutsuz kalktığım bir sofra gibi, İnternet.
Sosyal varlıklarız. Şiddetle hissettiğimiz her şeyi paylaşma ihtiyacı duyuyoruz. Dahası tepkilerimizde birbirimizi taklit etmeye meyilliyiz. Bu yüzden duygularımızı birbirimize kolaylıkla bulaştırabiliyoruz. Geçen hafta, sokağa çıkma yasağı ilan edildikten hemen sonra ortaya çıkan izdiham görüntüleri, korku ve endişenin nasıl süratle yayıldığını göstermedi mi? Korku ve kalabalık, ateşle barut gibi. Öyle ki sosyal salgın, bir çırpıda biyolojik salgının önüne geçti.
Bundan yaklaşık beş hafta önce, pandemi resmi bir gerçeklik kazandıktan hemen sonra ilk kez alışverişe gittiğimde, dağ gibi yüklenmiş market arabaları, boş raflar ve herkese nüfuz eden kaygının etkisiyle ben de birçok insan gibi telaşa kapıldım. Lüzumsuz şeyler aldım. Almam gerekenleri unuttum. Bir-iki gün önce uzaktan uzağa bakıp da alışveriş paniği, tuvalet kâğıdı istifçiliği vs. yüzünden küçümsediğim insanlardan çok da farklı davranmadığımı gördüm.
Bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımız vakit, duygu ve davranışlarımızda birbirimizi taklit etmemizin evrimsel sebepleri var. Bir kişinin korkusu, öteki için uyarı olmuş. Bir arada hareket etmek, hayatta kalmamızı kolaylaştırmış. En temel dürtülerimizde, çoğunlukla bir arada davranmaya koşullanmışız. Ve işin aslı şu ki kalabalık halindeyken daha ilkel, daha akılsızız.
Psikolojinin ‘’sosyal salgın’’ diye adlandırdığı bu durum yalnızca kalabalıklara özgü değil. Küçük gruplarda, hatta ikili ilişkilerde bile ortaya çıkabiliyor. Endişeli biriyle konuşmak mesela, kıyıda köşede bekleyen kendi endişelerimizi tetiklemeye yetiyor. Bir sohbet zihnimizde nasıl bir tat bırakıyor? Nasıl bir ruh haliyle ayrılıyoruz? Ne tür duygularla enfekte oluyoruz? Durup düşündüğümüzde, duygu dünyamızın başkalarının duygularına karşı ne kadar korunaksız olduğunu göreceğiz. Okuduğum makalelerden birinde, bir psikiyatr ‘’bir başkasının beynimize salya sümük hapşırması gibi’’ diye niteliyordu bunu.

Seçerek yaşamak
Olgunlaşmanın en güzel yanlarından biri seçici olmayı öğrenmek. Uzun zaman önce tahammül etmemeye karar verdim: Kim olursa olsun, güvenmediğim ve hoşlanmadığım hiç kimseyi yakınıma almayacağım. Bu kararı verip lüzumsuz yüklerden bir bir kurtuldukça, içimde açılan ferahlığın yalnızca duygusal sağlığımı değil, benim için gerçekten değerli olan ilişkilerin niteliğini de nasıl değiştirdiğini gördüm. Zihnimizin kalitesi, hayatımızın kalitesi demek. Bunun için de sınırlarımızı belirlemek ve seçerek yaşamak zorundayız. Öteki türlüsü israf… Bu durum yalnızca ilişkiler için değil, zihnimize dokunan her şey için geçerli.
Endişe duyduğumuzda bilmek istiyoruz. Hemen, şimdi, acilen… Bu yüzden endişeli bir zihin, etkiye daha açık, bilginin her türüne karşı bağışıklığı daha zayıf. Bilimsel dayanağı olmayan ‘’internet’’ haberleri, kaynağı belirsiz WhatsApp dedikoduları, komplo teorileri ve ipe sapa gelmez iddiaların gürültüsüne karşı uyanık olmalıyız. Ama mesele yalnızca yalan yanlış, sahte haberlerle sınırlı değil. Güvenilir habercilik de haddinden fazlasına maruz kalındığında doz aşımı yapabiliyor. Dönüp dönüp haber sitelerine girmenin, hasta-ölüm istatistiklerine kaptırıp gitmenin kimseye faydası yok.
Yale Üniversitesi Psikoloji Profesörü ve Happiness Lab isimli podcast’in yaratıcısı Laurie Santos, bir röportajında duygusal sağlığımızı güçlü tutmak için bilgi çağının ve sosyal medyanın tuzaklarına karşı tetikte olmamız gerektiğini söylüyor. Bununla birlikte birkaç önerisi var.
İlki şu: ‘’Haber akışı ve sosyal medya için bir zaman aralığı belirleyin’’ diyor Santos. ‘’Yalnızca o aralıkta uğrayın, okuyun, dinleyin. Rutin belirlemek hem zamanınız üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmanızı sağlayacak hem de seçimlerinizin kalitesini arttıracak.’’
Benim için haftalardır bu aralık, yirmi dakikadan ibaret ve fazlasıyla yetiyor. Şundan eminim, daha çok vakit ayırmadığım için hiçbir önemli bilgiden mahrum kalmadım.
Santos’un ikincisi önerisi, evde kalanlar ve kalabilenler için. Söylediği özetle şu: Salgınla birlikte alıştığımız normalin dışında bir hayat yaşamaya başladık. Oysa hayatımızı büyük ölçüde alışkanlıklar şekillendiriyor. Küresel ölçekte belirsizliklere maruz durumdayken ve öngöremediğimiz bunca şey varken, bizi dengede tutacak bir düzene ihtiyacımız var. Aksi takdirde boşlukları dolduran, endişe, korku ve daha fazla mutsuzluk olacak. Bu yüzden gündelik rutinler belirlediğimizde, zamanımızı ucu açık belirsizlerden korumuş oluyoruz. Günün belli saatlerinde ne yapacağımızı bildiğimizde zihnimizdeki yük hafifliyor. Ayaklarımız yere daha sağlam basıyor.
Santos’un hatırlattığı bir şey daha var. Şefkat. Öncelikle kendimize karşı anlayış ve şefkat… Düşünceleri hakkında düşünceleri, duyguları üzerine duyguları olan bir canlı türüyüz biz. Çoğu zaman aynı anda birden fazla şey hissediyoruz. Endişeye sıklıkla eşlik eden ise suçluluk duygusu. İşin bu yanı özellikle ilgimi çektiği için kendi endişelerim hakkında tekrar düşündüm ve şunu fark ettim: Endişe duyduğumda, bir şeyleri eksik veya yanlış yapmanın gerilimini taşıyorum. İşte bu eksiklik ve yanlışlık hissi, farkında olmaksızın beni kendi gözümde değersizleştiriyor. Bana kendimi suçlu hissettiriyor. Santos’un uyarısı bu yüzden önemli. Duygularımızla kurduğumuz ilişki, kendimizle kurduğumuz ilişki demek. Ayıplamadan, küçümsemeden kabullenerek… Zor zamanlardan geçiyoruz. Bu zor zamanlarda kendi yanımızda olmayacaksak ne zaman olacağız?

Unutmamalı
Geçenlerde şarkıcı Madonna, Instagram’da bir fotoğraf paylaştı. İçi sütle doldurulmuş ve üzerine taze gül yaprakları serpilmiş mermer bir küvette poz vermiş; yüzünün epeydir büründüğü şeytani ifadesine yakışır bir çirkinlikle şöyle buyuruyor: ‘’Bu virüsün en berbat ve en harika özelliği, hepimizi eşitlemiş olması.’’
Yoksulluk ve eşitsizlikle bu kadar açıktan alay eden, hakikate bu kadar kör, neredeyse müstehcen bir şuursuzluk… İleride siyaset ve toplum bilimi kitaplarında yerini almalı.
Bir durumun dünya çapında olması, herkes için eşit olduğu anlamına gelmiyor. Bunu kavramak için ultra hassas alıcılara veya pırlanta gibi kalplere ihtiyacımız yok; salgınla birlikte hayatımıza giren birkaç kavramı hatırlamak yeterli: Sosyal mesafe. Tecrit. Evde kal. Neden? Çünkü salgının en büyük dostu, kalabalıklar. Kalabalığın olduğu yerde ise yoksulluk var. Yoksulluk, kalabalıklar içinde yaşamak, kalabalık hayatlara mahkûm olmak demek. Yoksulluk, daha çok hastalık demek…
Hayır, eşitlenmiş değiliz.
Gidecek evi olmayanları, evde kalmaya gücü ve imkânı yetmeyenleri hatırlamalı. Mesleki yükümlülükler veya sosyal sorumluluklardan ötürü çalışmak zorunda olanları, başkalarının sağlığı ve iyiliği için kendi hayatını tehlikeye atanları, dünyayı omuzlayanları… Bugün, şimdi, şu dakika ıstırapsız tek bir nefes için mücadele edenleri… Bir çırpıda dünyadan silinip gidenleri…
Zihnimiz endişelerle bulutlandığında, uykularımız bölündüğünde onları hatırlamalı. Endişe, kendi kafanın içine hapsolmaksa eğer; endişenin şifası, dışarıda bir dünya olduğunu hatırlamak. Bir an için de olsa kendini unutmaya cesaret edip başkalarını düşünmek. Şükranla, minnetle ve şefkatle…
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.