Bir zamanlar çok rağbet gören bir klişe vardı: ‘’içimdeki çocuk’’. Çocuk olmanın yüceliğini ebedi kılma gayretinin biraz romantik, biraz da iç bayıcı bir ifadesiydi. ‘’İçimdeki çocuk’’, masumiyetin sembolüydü. Onu koruyup kollamak ise kimi zaman hasret, kimi zaman umut hissiyle yâd edilen soylu bir hayali yaşatmaktı. Çocuksu olmak, iyilikle özdeş görülürken ergenliğin payına düşen tam tersi oldu. Kimse içindeki ergeni korumak istemedi, içindeki ergeni özgür bırakmayı telkin etmedi. Aksine ‘’ergen’’ bir küçümseme ifadesi, hatta hakaret haline geldi. Hâlâ öyle. Dozu şaşmış duyguların, kibirli cehaletin ve nice ‘’akılsız’’ hallerin ismi ergen gibi olmak. Oysa her yetişkinin bir ergenliği var.
İnsan ömrünün en tuhaf dönemi, ergenlik. Çocukluk ile yetişkinlik arasında uzanan alacakaranlık o. Hormon fırtınasına tutulmuş halde bir duygudan diğerine savrulan; kendine güvensiz ve taşkın, utangaç ve fevri; lüzumsuz risklere, akılsız maceralara meyilli, can sıkıntısından mustarip, keşif ve yenilik hevesiyle akacak mecra arayan, en çok da kendini arayan ergen… İşin en anlaşılmaz yanı ise bu karmaşaya tam da sorumluluk isteyen bir dönemde, üreme olgunluğuna eriştiğinde yakalanması.
Bir ergen annesi olmanın merakıyla okumalara giriştim. Beyin gelişiminden hormonlara, sosyal ilişkilerden kimlik bunalımına, hafıza, uyku, madde bağımlılığı vs. derken türlü başlıklar üzerinden ergenliğin dalgalı sularına bıraktım kendimi. Bu yazı, ergen beynine dair öğrendiklerimin kısa bir özeti ve her özet gibi genel durumlar hakkında. Zira tıpkı parmak izi gibi herkesin beyni de kendine özgü; bir eşi daha yok.
Ergenlik üzerine okurken kendi geçmişime döndüm. Okudukça hatırladım. Oğlumu anlamayı öğrenirken, kendimi de yeniden anlamaya koyuldum. Ergenlik yıllarım çoktan geride kaldı ama gördüm ki hayaleti kaybolmamış. Bunca zaman sonra hâlâ silinmemiş olan hatıralarıyla yeniden buluşunca, bir zamanlar olduğum ergene yeni gözlerle baktım. Oğluma baktığım gibi, şefkatle ve anlayışla. Sesimi ona duyurabilseydim eğer, ‘’Yalnız değilsin’’ derdim. ‘’Yalnız değilsin. Kaybolmadın. Bir gün aradığını bulacaksın…’’
‘’Her şeyi bilecek kadar genç değilim’’ – Oscar Wilde
Ergenlik çağı, hayatın en zor dönemlerinden biri ve bunun temel bir sebebi var. Hayatın en zor sorusunun şekillendiği dönem, ergenlik: ‘’Ben kimim?’’. Kimlik arayışı, zaman zaman heyecan verici olsa da yeni bir beden ve yeni arzularla, yeni özgürlükler ve yeni sorumluluklarla düşe kalka kat edilen zorlu bir macera. Zorluğu yaratan başlıca unsur ise bu maceraya, gelişimini henüz tamamlamamış bir beyinle, ergen beyni ile atılıyor olmak.

İnsan vücudu, mucizevi bir mekanizma. İnsan beyni, onun en karmaşık, en gizemli parçası. Doğum sırasındaki haliyle en noksan yapıya sahip olan organ, beyin. Yeni doğmuş bir bebeğin beyni, yetişkin beyninin yarısından küçük ama aradaki fark, boyut meselesinin çok ötesinde. Beyin çok yavaş gelişen ve gelişirken içindeki tüm donanımıyla birlikte değişen bir organ. Öyle ki bu değişim, yaşadığımız süre boyunca devam ediyor. Bebeklikten itibaren hayatımızın sonuna dek yaptığımız, öğrendiğimiz, düşündüğümüz, tecrübe ettiğimiz her şeyle birlikte, bir bakıma kendi beyinlerimizi kendimiz inşa ediyoruz.
Tüm duygularımızın ve düşüncelerimizin biyolojik bir zemini var. Merkezi sinir sisteminin yapıtaşları sayılan ve psikolojimizin biyolojik zeminini oluşturan bu sinir hücrelerine ‘’nöron’’ adı veriliyor. Zekâ, algı, sezgi, mantık, duygu, düşünce, davranışlar… Zihnimize atfettiğimiz hemen her şey, nöronların çalışma biçiminden kaynaklanıyor. Peki, nasıl çalışıyor nöronlar? En basit tanımıyla, birbirleri ile iletişim kurarak; elektrik akımı üzerinden mesajlaşarak. Beyindeki her nöron, binlerce başka nöronla bağlantılı. Bu da trilyonlarca bağlantı demek.
Nörobilim uzmanı David Eagleman’ın deyişiyle: ‘’Bir santimetreküp beyin dokusunda, Samanyolu’ndaki yıldızlar saklı…’’
Ergen beyni demişken sözü nöronlardan açmamın sebebi şu: Ergen beyni hem çocuk beyninden hem yetişkin beyninden farklı bir yapıya sahip ve bu farklı yapının temelinde, beynin gelişim sürecinde ortaya çıkan bir çelişki yatıyor. Ergenlik, bebeklik çağından sonra beynin en hızlı geliştiği dönem. Ne var ki bu dönemde beynin tüm bölgeleri, birbirine eşit ve paralel biçimde olgunlaşmıyor. Bu çelişkiyi daha net açıklayabilmek için merkezi sinir sistemini oluşturan başlıca iki dokudan söz etmek lazım: Gri madde ve beyaz madde.
Beyin gücü, zihin sağlığı, meditasyon gibi konulara meraklı olanlara, bu kavramlar tanıdık gelecektir. İnternette ‘’gri madde’’ diye aradığınızda, karşınıza çıkan ilk başlık ‘’Beynimizdeki gri madde nasıl artar?’’ olacak. Gri madde yaşlandıkça azalıyor, hasara uğruyor. Gri maddenin zarar görmesi, uyku bozukluklarından hafıza sorunlarına, işitme kaybından Alzheimer’a kadar birçok duruma yol açabiliyor. Beyaz maddede oluşan hasarlar ise depresyondan şizofreniye, multipl skleroztan demansa türlü hastalıklarla bağlantılı. Kısacası gri madde – beyaz madde meselesi, hayatımızın her evresinde beyin sağlığımıza dair belirleyici role sahip. Ergen beynindeki rolü ise o denli mühim ki ‘’Ergenler neden böyle?’’ sorusunun cevabı hatırı sayılır ölçüde burada saklı.

Peki nedir bu gri madde – beyaz madde dediğimiz dokular?
Az önce bahsettiğim nöronlara dönelim. Her nöronun bir hücre gövdesi, bir de ‘’akson’’ adı verilen uzun, ince lifleri var. Beyinde, hücre gövdelerinin yoğun olduğu bölüme ‘’gri madde’’, aksonların yoğun olduğu bölüme ‘’beyaz madde’’ deniyor. Gri madde, duyusal algılar, duygular, hafıza, konuşma becerisi gibi çoğu zihinsel aktivitenin geliştiği yer. Beyaz maddenin görevi ise farklı. Beyaz maddeyi oluşturan aksonlar yani sinir lifleri, nöronlar arasındaki iletişimi yürütmekle; yani beynin farklı işleve sahip farklı bölgeleri arasındaki bilgi akışını sağlamakla yükümlü. Beyaz madde, bir bakıma beynin ‘’metro hattı’’.
Çocuk ergenliğe yaklaştığında, gri madde hacmi en üst seviyeye ulaşıyor ve ergen beynini ‘’ergen’ yapan o çelişki, işte bu noktada çıkıyor ortaya: Ergen beyninde gri madde bol, beyaz madde eksik. Bir başka deyişle, beynin farklı kısımları arasındaki iletişim eksik. Kabaca bir benzetmeyle, gıcır gıcır bir bilgisayar ergen beyni ama kablolarının tamamı henüz bağlanmamış halde.
Beyinde, ergenlik döneminin başlamasıyla birlikte, yapısal olarak hızla değişen kritik bir bölge var. Kaşlarımızın biraz üstünde, alnımızın gerisinde yer alıyor. İsmi prefrontal korteks. Bu bölge, en basit tanımıyla ‘’beynin CEO’’su ve başlıca işlevleri şunlar: Dikkati odaklamak, duygusal arzuları ve dürtüleri kontrol altında tutmak, ileriye dönük plan yapmak, karmaşık bilgileri düzenlemek, risk değerlendirmesinde bulunmak, davranışların sonuçlarını öngörebilmek, soyut düşünebilmek… Bir başka deyişle bizi ‘’insan’’ yapan bilişsel becerilerin neredeyse tamamı zira prefrontal korteks, evrimsel açıdan beynin en son gelişen, en sofistike bölgesi.
15 yaşında bir çocuk düşünün. Aklı başında bir çocuk. Kavrayışı parlak. Hafızası zehir gibi. Öğrenme becerileri o kadar kuvvetli ki ana babasını cebinden çıkarır. Bu akıllı çocuk, yüksek kayalıklardan dibi görünmeyen sulara atlamanın teorik olarak riskli olduğunu, kendisi için tehlike barındırdığını biliyor. Söz konusu tehlikeyi teoride görüp kavrayacak bilince sahip. Öte yandan aynı çocuk, arkadaşlarıyla birlikteyken, sosyal ortamın heyecanı veya akranlarından alkış alma hevesiyle, tamamen akıl ve mantık dışı davranıp, anlık bir coşkuyla kendini kayalıklardan aşağıya bırakabiliyor mesela.
Ergenliğin en dikkat çekici niteliklerinden biri, riskli davranışlar. Akıllı çocukların, akılsız seçimleri… Prefrontal korteksin az önce sıraladığım niteliklerini hatırlayın. O prefrontal korteks, ne zaman gelişimini tamamlayıp olgunluğa erişiyor dersiniz? Ta yirmili yaşların ortasında. Gelişim psikolojisi, ergenlik dönemini 12-19 yaş arası olarak tanımlasa da gerçek anlamda akıllanmamız çok daha uzun yıllar alıyor.
Bitmeyen Can Sıkıntısı
Hayatı bir kozanın içinde yaşarken büyümek imkânsız. Ergenlik, anne-baba himayesinden sıyrılıp bağımsız olmayı öğrendiğimiz dönem. Bunu başarabilmek için yeni tecrübeler edinmeye ve keşfetmeye ihtiyacımız var. Zaman zaman risk almaya ihtiyacımız var. Ergen beynini risk almaya motive eden, dolayısıyla tehlikeli davranışlara meyilli kılan biyolojik sebepler, gri madde – beyaz madde veya prefrontal korteksin gelişimi ile sınırlı değil. Önemli bir unsur daha bulunuyor: Ergen beyninin ödül ve zevk iştahı.
Bize zevk veren bir tecrübe yaşadığımızda, bir parça çikolata yediğimizde mesela, beynin ödül merkezindeki nöronlar aktive oluyor ve dopamin adı verilen bir kimyasal madde salgılıyor. Bu sayede beyin, yaşadığı tecrübeye odaklanıyor. Zevkin hatırası, hafızaya yerleşiyor. Aynı duyguyu tekrar tekrar tatmak istiyoruz. Hadi, bir parça çikolata daha!
‘’Zevk hormonu’’ diye bilinen bu madde, hayatımız boyunca duygusal tepkilerimizi ve davranışlarımızı yönlendirme gücüne sahip. Dopamin sayesinde öğreniyoruz, hatırlıyoruz, alışıyoruz. Ergenlik ise dopamin salgısının en yüksek seviyeye ulaştığı, zevk ve ödül hislerine yönelik hassasiyetlerin en keskin hale büründüğü dönem.
Zevk hissine karşı aşırı duyarlı hale gelen beyin ne yapıyor? Çevresinde duyularını uyaracak bir şeyler bulmak istiyor. Ve bulamazsa eğer, canı sıkılıyor. Can sıkıntısı bir tür ergen şımarıklığı değil; nörolojik bir olgunun sonucu.
Canları gerçekten çok sıkılıyor! Bu sıkıntıdan kurtulmak ve stimüle olmak için zevk ve heyecan verecek tecrübelerin arayışı başlıyor. Araba kullanırken hız yapmak, yüksek sesle müzik dinlemek, sarhoş olmak, dibi görünmeyen sulara, sonu belirsiz maceralara atılmak… Akıllı çocukların akılsız seçimler yapması bu yüzden. Mesele, riski algılama becerisinden öte, riske rağmen ödülün yarattığı beklenti. Tehlikeyi görecek kavrayışa sahip olmamaları değil; tehlikeye rağmen işin zevk kısmına odaklanan beyinleri.
Ama bir şey daha var… Ergenler en çok ne zaman riskli davranışlara meylediyorlar? Bir başlarınayken değil. Arkadaşlarıyla birlikteyken. Neden? Onun cevabı da bir ölçüde dopamin yüklü.
Dünyanın Merkezi: Arkadaşlar
Bir ergen annesi veya babasıysanız eğer, çocuğunuzun arkadaşlarının yanındayken gösterdiği hal tavırla, arkadaşları yokken sergilediği davranışların ne kadar farklı olabildiğini görmüşsünüzdür. İki durumda, sanki iki ayrı insanmış gibi tamamen farklı ses tonlarıyla konuşan ergenler bile var; bizzat tanıyorum.
Ergenlik, arkadaş ilişkilerinin azami ölçüde öne çıktığı, akranlar tarafından kabul görmenin, bir gruba dâhil olmanın neredeyse her şeyin üstünde öncelik kazandığı dönem. Öyle ki bir ergenin özgüveni, arkadaşları tarafından nasıl görülüp tanımlandığıyla doğrudan ilişkili. Gençler arasında yapılan araştırmalar, en büyük korkularının ‘’dışlanmak’’ olduğunu ortaya koyuyor.
Beynin sosyal davranışlara yön veren duygular ve dürtülere ilişkin bölgesi, ergenlikteki hormonal değişimle birlikte yeni bir nörolojik yapıya kavuşuyor. Ergenleri ailelerinden uzaklaşmaya, aileden uzaklaşırken bir yandan da arkadaşları ile bağ kurmaya iten bir değişim bu. Arkadaşlarla bir arada olmak, ergen beyninde dopamin salgısını arttırıyor. Arkadaşlık ilişkileri büyük bir zevk ve mutluluk unsuru haline geliyor. Ergen beyni yalnızca dopamine değil, ‘’mutluluk hormonu’’ diye bilinen serotonin ve ‘’aşk hormonu’’ diye bilinen oksitosine karşı da aşırı duyarlı.
Ergenler, hassas ve duygusal varlıklar. Dünyayı algılayışları bizden farklı. Yalnızca arkadaşlık ilişkilerinde değil, her tür duygusal ilişkide, en sert fırtınaların hayatın bu döneminde yaşanması bu yüzden.

Doğa, ergenleri arkadaşlarına yönlendirmekte neden bu kadar ısrarcı? Bu durumun evrimsel perspektiften iki temel açıklaması var. İlki şu: Atalarımız, kabileler halinde yaşarken, üreme olgunluğuna erişen gençlerin, kabile içinden olanlarla yani kardeşler veya kardeş çocuklarıyla değil, başka kabilelerin gençleriyle eşleşmesini sağlamak. Neden? Çünkü esas mesele neslin devamı ve akraba eşleşmeleri, neslin devamını tehlikeye atan hastalıklara, sakatlıklara açık. İnsanlık tarihinin en eski tabularından birinin ensest olması boşuna değil.
İkinci açıklama, insan türünün hayatta kalmasını sağlayan bir başka temel niteliğe ilişkin: sosyallik. Bizi güçlü ve dayanıklı kılan başlıca özelliğimiz, sosyal varlıklar oluşumuz. Sosyal olmak ise statü ve hiyerarşi bilinci demek. Statü sahibi olana yakın durma gayreti, sosyal hiyerarşide olabildiğince üst basamaklara erişme çabası ve en önemlisi, bizi bir başına kalmaktan kurtaracak bir gruba ait olma ihtiyacı… ‘’Popüler’’ olmanın bir statü ölçütü olarak en dramatik anlamlara büründüğü dönem, tam da bu yüzden ergenlik ve okul yılları.
Bu açıklamalara, psikolojinin eklediği bir başka unsur var; o da kimlik meselesi. Kendimizi tanımak, kimliğimizi oluşturmak için başka insanların varlığına ve sosyalleşmeye ihtiyaç duyuyoruz. Tek başına bir odaya kapanıp kara kara düşünerek keşfetmiyoruz kimliğimizi. Aksine başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler ve o ilişkilerde üstlendiğimiz rollerle; karşılıklı etkileşim ve verdiğimiz tepkiler üzerinden kim olduğumuzu anlamaya koyuluyoruz. Ergenlik, hayat boyu olacağımız insanın usul usul belirdiği, şekillendiği dönem. Hayatımızda tecrübe ettiğimiz hemen her şeyi, hafızanın süzgüsünden geçirerek anlamlandırıyoruz. Ergenlik yıllarında kurduğumuz ilişki biçimlerinin derin izler bırakması tam da bu yüzden.
Ergenliğin Karanlığı
Beyin gelişimi, riskli davranışlar ve dopaminden söz etmişken, iki konuya daha değinmeden geçmek olmaz: Madde bağımlılıkları ve zihinsel hastalıklar.
Beynin zevk ve ödül merkezinin şiddetle aktive olduğu, dopamin salgısının en yüksek seviyeye ulaştığı ergenlik, bağımlılıkların da en kolay kök saldığı dönem. Öyle ki rehabilitasyona en dirençli olan bağımlıklar, ergenlikte baş gösterenler. Araştırmalar, sigara içen gençlerin dikkat bozuklukları yaşadığını, özellikle işitsel algılarının gerilediğini ortaya koyuyor. Kronik esrar kullanımının IQ seviyesini düşürdüğü, hayat boyu devam eden depresyon sorunlarına yol açtığı bilimsel olarak ispatlanmış.
Dünyada, 21 yaşın altındakiler için birinci ölüm sebebi, kazalar. Kazalara yol açan birinci etken ise alkol. Bilinen bir başka gerçek de şu: Gençler içtiklerinde çok içiyorlar. Bir-iki saat içinde en az dört-beş içkinin tüketilmesi anlamına gelen binge drinking, alkolik yetişkinler hariç, ağırlıklı olarak bir ergen davranışı. Bir araştırmaya göre alkol tüketimi ne kadar erken yaşta başlarsa, hipokampus o kadar az gelişiyor. Alkol tüketimi, türlü duygu ve davranış bozukluklarıyla birlikte, bu yüzden en çok hafıza sorunlarına yol açıyor.
Beynin hızla gelişip değişime uğradığı ergenlik, birtakım nörobiyolojik aksaklıkların da ortaya çıkabildiği dönem. Anksiyete bozukluğundan depresyona, yeme bozukluklarından şizofreniye birçok zihinsel sorun, ergenlik yıllarında ilk işaretlerini veriyor. Gençler arasında intihar, kazalardan sonra ikinci ölüm sebebi. Uzmanlar, çocuğumuzun duygu ve davranışlarındaki aşırılıkları ‘’ergen halleri’’ diye geçiştirmek yerine, arka planda başka bir sorun olup olmadığından emin olmak için gözümüzü dört açmamızı, gerekirse profesyonel yardım almamızı öneriyor. Özellikle aniden ortaya çıkan davranış değişikliklerine karşı dikkat kesilmek önemli. Uyku sorunları, kronik yorgunluk, suçluluk hissi, iştah kaybı, hayata karşı ilgisizlik, asosyal davranışlar, aniden düşen okul notları, aşırı iniş çıkışlı ruh halleri, tutarsız hikâyeler, yalanlar, bir anda beliren fobiler…
Bir başka konu daha var: Tüm bunlar yalnızca zihinsel hastalıkların değil; akran zorbalığı, cinsel taciz veya saldırı gibi çocuğun hayatında olup biten korku ve ıstırap verici başka olayların da habercisi olabiliyor. Her tür ilişkide olduğu gibi, ebeveyn-ergen ilişkisinde de iyiliklere kapı aralayacak olan, öncelikle sağlıklı iletişim.
Kavak Yelleri
On dört-on beş yaşlarımdayken, okuldan eve gelince yapmak istediğim tek bir şey olurdu. Eve girer girmez odama kapanırdım. Kapımı örter, yatağıma uzanır ve o günlerde sevdalandığım şarkılar neyse üst üste, tekrar tekrar dinleyerek hayaller kurardım. Dönüp baktığımda, beni önemli ölçüde niteleyen yalnızlık merakımın o yaşlarda serpildiğini; yalnız kalmaya duyduğum ihtiyacı ve kendi kendime olmanın zevkini, ilk kez o yaşlarda tanımaya başladığımı görüyorum. Genç kızlığın müzik ve hayallerle dolu saatlerini hiç unutmadım. Ergen yalnızlığımın zihnimde bıraktığı tat silinmedi. Ama dahası var. Hatırladığımda bende hâlâ merak ve bir parça da özlem uyandıran bir şey daha… O günlerde dinlediğim müziğin, bedenimde bıraktığı hatıra. Çok sevdiğim bir şarkıyı dinlerken öyle fiziksel bir zevk duyardım ki dokunmak, öpüşmek gibi tensel bir tecrübeydi sanki. Kalbim bir başka çarpar, avuçlarım ısınır, saç diplerim kamaşır, içimde rüzgârlar eser… Tek bir şarkı yeterdi buna. Hayatımın her döneminde müzik etkiledi beni ama çok özel birkaç an hariç, o yaşlarda hissettiğim, hem de sıklıkla hissettiğim büyülü tesire bir daha ulaşmadı. Şimdi çok daha iyi anlıyorum; dopamin yüklü ergen beynimin armağanıymış meğer. Ergen beynimin ve vücudumu dalga dalga sarıp kuşatan hormonların…

Ergenliğin hem en zor hem en güzel tecrübelerinden biri bu: Duyuların bıçak gibi keskinleşmesi, duyguların alev alması, var olmanın damarlarını tutuşturan dayanılmaz güzelliği… En olmayacak anlarda bastıran gülme krizleri, yaz yağmurları gibi gelip geçen gözyaşları, duygu patlamaları, ruh fırtınaları… Genç kalbinin kuytusunda tutuşup sönen öfkeler, özlemler, heyecanlar, aşklar…
Dünyayı bir ölçüde, hormonların hükmünde algılıyoruz. Davranışlarımız, ruh halimiz, hatta kişilik yapımız; uyku, iştah, cinsellik, stres, hafıza gibi hayatı yaşayış biçimimizi oluşturan nice unsur, hormonlarla bağlantılı. Salgı bezlerinde üretilip kana salınan bu kimyasal moleküller, anne karnından itibaren vücudumuzda mevcut ama hormonların şiddetle esip gürlediği dönem, ergenlik.
Büyüme Sancıları
Ergenlikte, bir kız çocuğunun gün boyunca ağzından çıkan sözcük sayısı, yaşıtı bir erkek çocuğunun ağzından çıkan sözcük sayısının ortalama üç katıymış.
Kızlar neden saatlerce telefonda konuşurlar? Tuvalete neden birlikte giderler? Sırlar paylaşmayı, dedikodu yapmayı, kendi aralarında küçük gruplar, küçük dünyalar kurmayı neden bunca severler?
Konuşmak, özellikle hemcinsleriyle konuşmak, kadınlar için biyolojik bir ihtiyaç. Kadınlar, çocukluktan itibaren bir arada bulundukları ortamlarda biyolojik bir zevk ve huzur buluyorlar. Ve dolaylı yönden de olsa bu ihtiyacı ateşleyen bir hormon var: Hormonların kraliçesi, östrojen.
Ergenlik, beyinde, hipotalamusun salgıladığı özel bir hormonla başlıyor. Bu hormonun ismi, ‘’gonadotropin salıverici hormon’’ ya da endokrinolojideki kısaltmasıyla GnHr. GnHr salgılandıktan hemen sonra, hipofiz bezine ulaşıyor. Hipofiz bezi, beynin orkestra şefi. Burnumuzun arkasında, beyin tabanında yer alıyor ve temel görevi, kan dolaşımına hormonlar salgılamak.
Hipofiz bezi, GnHr ile buluşunca, iki hormon daha çıkıyor sahneye: luteinleştirici hormon ve folikül uyarıcı hormon. Bu hormonlar hem erkeklerde hem kızlarda mevcut. Ergenlikle birlikte erkeklerde kana karışıp testislere doğru yola çıkıyor ve testosteron salgısını başlatıyor. Kızlarda ise yumurtalıklara ulaşıyor ve östrojen salgısını tetikliyor.
Östrojenin etimolojik kökeni, Yunanca’dan iki sözcüğe dayanıyor: ‘’Deli arzu’’ anlamına gelen oistros ve ‘’üretmek’’ anlamına gelen gennan. Kadın bedeninin hikâyesi, önemli ölçüde östrojenin inişli çıkışlı hikâyesi demek. Ergenlikten hamileliğe, lohusalıktan menopoza… Bu durumun en basit örneği, adet döneminde ortaya çıkan farklı ruh halleri ve davranışlar. Östrojen seviyesinin yükseldiği ilk yarıda, kadınlar daha sosyal, başkalarının yanında daha mutlu, daha rahatlar. Östrojenin düşüşe geçip progesteronun yükseldiği ikinci yarıda ise daha asabi, daha isteksiz ve karamsar.
Ergenlikte, östrojenle birlikte dopamin ve oksitosin salgıları da artıyor. ‘’Aşk hormonu’’ oksitosin, sosyal ilişkiler ve yakınlık duygusu üzerinde belirleyici etkiye sahip. Konuşarak bağ kurmak, özellikle romantik imalar barındıran sohbetler yapmak, kızların beyninde, zevk merkezini aktive ediyor. Tam da aynı sebepten ötürü, kız çocukları sosyal ilişkilerde ortaya çıkan stres unsurlarına ve negatif duygulara karşı daha duyarlı. Basit anlaşmazlıklardan dramatik kavgaların, küçük gerilimlerden büyük mutsuzlukların çıkması bu yüzden. Ergenlik yıllarında beliren depresyon vakalarının, kız çocuklarında çok daha sık görülmesi de benzer sebeplerle açıklanıyor.
Çocukluktan Erkekliğe
Erkek çocuklarında ergenlik, testosteron fırtınası demek. Nöropsikiyatrist Louann Brizendine’in bu konuya dair çarpıcı bir benzetmesi var: ‘’Testosteron, bir hormon değil de bira olsaydı eğer’’ diyor, ‘’dokuz yaşındaki erkek çocuğunun vücudundaki miktar, bir bardağa eşitken, 15 yaşındakinin vücudundaki miktar bir fıçıyı doldururdu.’’

Testosteron salgısının artmasıyla birlikte, çocuktan erkeğe dönüşme macerası da tetiklenmiş oluyor. Boy uzuyor. Kemikler irileşiyor. Ses kalınlaşmaya, pürüzsüz çocuk yüzü sakallanmaya başlıyor. Fiziksel değişim bir yana, ruh hali ve davranış biçimleri de farklı şekillere bürünüyor. Östrojen kızları nasıl daha konuşkan yapıyorsa, testosteron erkek çocuklar üzerinde tam ters etkiye sahip. Kızlar şahsi konular üzerine konuşmaya doyamazken, erkekler en çok bu konularda sessizleşiyorlar. Konu futbol, video oyunları, cinsellik vs. değilse eğer, daha az konuşup daha çok susuyorlar.
Hormonal değişimle birlikte kızların algıları, duygusal bağlar ve ilişkiler konusunda keskinleşirken; erkekler, kendi alanlarını daha kalın çizgilerle sınırlamaya ve daha agresif davranış biçimleri geliştirmeye koyuluyorlar. Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, kız ve erkek ergenlerin insan yüzlerini ne kadar farklı algıladığını ortaya koymuş. İlginç sonuçlar veren bir araştırma bu. Kız ve erkek gruplarına, çeşitli ifadelere sahip insan yüzlerinin fotoğraflarını göstermişler. İfadesiz, nötr yüzler hakkında kızlar kayda değer bir gözlem yapmazken, erkekler hiçbir ifade sergilemeyen bu yüzleri ‘’öfkeli’’, ‘’düşmanca’’, ‘’kötü’’ gibi olumsuz sıfatlarla nitelemiş; bir başka deyişle, tehditkâr bulmuşlar.
Evrimsel biyoloji, yüzleri olduğundan daha öfkeli ya da düşmanca diye yorumlamanın erkekleri potansiyel tehditlere karşı daha uyanık hale getirdiğini, dolayısıyla bir tür hayatta kalma becerisi olduğunu söylüyor. Hatta bazı bilim insanlarına göre, sakal ve bıyık bırakmak da aynı amaca hizmet eden bir seçim. Amaç, yüz ifadesini saklamak ya da olduğundan daha sert ve saldırgan göstermek.
Uykusuz Geceler, Yorgun Sabahlar
Gece uykusu gelmiyor, sabahları kalkamıyor!
Tanıdık geldi mi? Sebebi var.
Beynimizin sırlar ve mucizelerle dolu dünyasında bir iç saat gizli ve vücudumuzda olup biten hemen her şey, bu saatin işleyişiyle bağlantılı. Dikkat, açlık, üreme, hatta mutluluk mutsuzluk… Ve elbette uyku.
Her organizmanın doğuştan sahip olduğu bu iç saate ‘’biyolojik saat’’ deniyor. Biyolojik saatin en önemli görevi, biyolojik ritmi sağlamak. Biyolojik ritm –ya da diğer adıyla sirkadyen ritm- biyolojik bir olgunun belli aralıklarla tekrarlanması demek ve günlük bir döngüyü takip eden tüm fiziksel, zihinsel, davranışsal değişiklikleri kapsıyor.
Bunun en güzel örneği, uyku döngümüz. Günün belirli saatlerinde uyuyup belirli saatlerinde uyanık kalıyoruz ve bunu sürekli tekrar ediyoruz. Gün battığında, karanlığı algılayan gözlerimiz, beyne mesaj iletiyor: Artık dinlenme zamanı. Beyin mesajı alınca, vücudu uykuya hazırlamak için bir hormon salgılamaya başlıyor. Bu hormonun ismi melatonin.
Genellikle 11-12 yaşından itibaren çocuğun biyolojik saati değişim gösteriyor. Melatonin salgısı yavaş yavaş gecikiyor. Çocuk 14-15 yaşına geldiğinde, iki-üç yıl öncesinden ortalama iki saat daha geç uyumaya başlıyor. Bu durum özellikle erkek çocuklarında daha belirgin. 14 yaşındaki bir erkek çocuğu için uykunun biyolojik sinyalleri, kız akranlarından ortalama bir saat geç çıkıyor ortaya.
Uyku konusunda ergenleri yetişkinlerden farklı kılan bir olgu daha var. Ergenlerin biyolojik saati, yetişkinlerden daha yavaş işliyor. Bu da melatonin hormonunun ergen vücudunda daha uzun süre kalması demek. Sabahları bir türlü uyanıp yataktan kalkamamalarının sebebi bu.
Uyku, hayatın temel ihtiyaçlarından biri. Kronik uykusuzluk, akneden depresyona, obeziteden kalp hastalıklarına çok çeşitli rahatsızlıklara sebep olabiliyor. Tüm bunların yanı sıra dikkat, hafıza ve öğrenme becerileri de uykuyla doğrudan bağlantılı. Her şeyin üstüne dijital çağın uyku düşmanı alışkanlıkları ve özellikle gençlerin tükettiği enerji içecekleri de eklenince, ergenlik döneminde uyku, bir mücadele unsuru haline geliyor.
Bazı pedagoji uzmanları ve psikologlar, özellikle lise öğrencileri için okul saatlerinin yeniden düzenlenmesi gerektiği görüşünde ama bu konuda atılmış bir adım henüz yok. Şimdilik çözüm, bol fiziksel egzersiz, kafeinden uzak sağlıklı beslenme ve aynı saatte yatıp aynı saatte uyanmayı alışkanlık haline getirecek bir uyku rutini.
Oğlum Büyürken
Sabahları oğlumu uyandırmak için odasına girdiğimde, odasına girip uykunun koynundaki güzel yüzünü gördüğümde, bebekliğinden itibaren bugüne dek taşıdığı her yaşın yüzünü görüyorum. Onu kucağıma aldığım ilk dakikanın hatırası da orada, bebeklik gülüşleri, çocukluk halleri de… Ama son zamanlarda, ona her baktığımda gördüğüm bir şey daha var. Oğlumun yavaş yavaş dönüşmeye başladığı genç erkeğin yüzü… Sanki gelecekten bugüne düşen parlak bir ışığın altında, bazen bir tebessüm, bazen bir bakışla beliren yeni bir yüz bu.
Oğlum, bir çocuktan bir erkeğe dönüşürken, en mutlu anların tatlı hüznüyle seyrediyorum onu. ‘’Bu yılların tadını çıkar, Aliciğim’’ diyorum. Heyecanları ve zorlukları, sevinçleri ve kalp kırıklıkları, güneşi ve rüzgârıyla… Çünkü ergenlik de tıpkı çocukluk gibi yalnızca bir defa yaşanan eşsiz bir macera.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.