Hayatımın ilk ve tek panik atağıydı.
İstanbul’da bir Pazar sabahı, eski bir arkadaşımla kahvaltı için buluşmuştum. Nefis bir yaz günüydü. Geniş bir ağaç gölgesinde, kafenin en güzel masasına yerleştik. Boğaz ayakucumuzda, manzaraya nazır başladık sohbete.
Zeynep bir hafta önce evlenmişti. Kocasıyla birlikte New York’a taşınmadan önceki son buluşmamızdı bu. Bir daha kim bilir ne zaman görüşeceğiz diye, tatlı bir telaşla konuştuk da konuştuk. Tam beş saat! Beş saat boyunca lafladık. Beş saat boyunca kahve içtik. ‘’Doldur kahveci, boş kalmasın fincanım!’’ diye diye kaç tane kahve içtiğimi hatırlamıyorum. Bir yerden sonra ucu kaçtı.
Zeynep benim gibi değil. Sağlam içici. Kahveleri sütsüz şekersiz peş peşe deviriyor; bana mısın demiyor. Ben de hem etrafın güzelliği hem sohbetin zevkiyle kaptırdım, peşinden gidiyorum. İçtikçe diriliyorum. Vücudumun her hücresi uyanıyor. Zihnim su gibi. Fi tarihinden anılar, fotoğraf berraklığında beliriyor hafızamda. Aradığım her kelimeyi elimle koymuş gibi, pırıl pırıl cümlelerle konuşuyorum. O kadar canlı, o kadar enerji doluyum ki bıraksalar yüzerek Boğaz’ı geçeceğim.
Beş saatin sonunda nihayet kalkmaya karar verdik. Sarılıp ayrıldık. On dakika sonra evdeydim. Zaten her şey, ben eve girince başladı.
Pazar günleri hissetmeye alıştığım esrarengiz sıkıntılardan biri sandım önce. Sabah saatlerinin mutluluğu siliniverdi, içime bir boşluk duygusu çöreklendi. Sonra o boşluğun içine kara bulutlar yığılmaya başladı. Kapı pencere açık, evin içi güneş dolu ama benim bağrımda bir fırtına kopuyor. Kalbim öyle vahşice çarpıyor ki pimi çekilmiş bomba gibi. Patladı patlayacak… Dudaklarım kupkuru. Boğazım kaskatı. Aynada yüzüm kıpkırmızı. Odadan odaya dört dönüyorum. İçimdeki dehşet dalgası büyüdükçe büyüyor, duvarları yumruklamak istiyorum.
Ben, ben değilim.
Ağlamaklı bir sesle babamı aradım: ‘’Galiba panik atak geçiriyorum!’’
Hem mizacının hem doktorluğun verdiği sakinlikle ‘’Ne yedin, ne içtin? Herhangi bir ilaç aldın mı?’’ diye sordu, babam.
Anlatınca, ‘’Kahveden olmuş’’ dedi. ‘’Neredeyse zehirlemişsin kendini.’’
Derin ve yavaş nefesler almamı, bol su içmemi ve mümkünse bir yürüyüşe çıkmamı öğütledi. Dediklerini yaptım. İki saat sonra, yürümekten tabanlarım şişmiş halde tekrar eve döndüğümde nihayet toparlanmıştım.
Kafeinin gazabına uğradığım o yaz sabahının üzerinden neredeyse yirmi yıl geçti.
Yetişkinlik hayatım boyunca, hamilelik ve sonrasındaki bir yıl hariç, hemen her gün kahve içtim. Kahve kokusuyla mutlu oldum. Sabahları ilk yudumun zevkiyle canlandım. Fincanın avcumun içindeki sıcaklığıyla rahatladım. Sohbetler kahveyle tatlandı. Zihnim kahveyle berraklaştı. Kahveyle yazdım, çizdim, çalıştım.
Yirmi yıl önceki o sabah, ayrılığın eşiğine geldik ama sonuçta kahveyi terk etmedim. Hayatımın değişmez bir parçası, kahve. Yıllar içinde sevmekle kalmayıp, doğru şekilde sevmeyi öğrendiğim eski bir dost… Tam da bu yüzden, onu daha yakından tanımaya karar verdim.
Mis Kokulu Kahve Ağacı
Tropikal iklimde yetişen bir meyve ağacı, kahve. Ağaçtan fincana yolculuğu, mis kokulu çiçeklerle başlıyor. Kahve ağacı, çiçek salkımlarıyla dolup taştıktan bir ay kadar sonra, çiçeklerin kokusu en güçlü halini alıyor. Öğrendiklerim arasında beni şaşırtan şeylerden biri bu oldu: Kahve çiçekleri, yasemin gibi kokarmış. Yaseminin bir tutam portakal aroması eklenmiş hali gibi. Yasemin kokusuna bayılırım! Ta uzaklarda, bir kahve tarlasında olduğumu hayal ettim. Kahve ağaçlarının en sevdiği iklimde; ormanların eteğinde, hem güneşli hem gölgeli, yağmuru bol, sıcak tepeleriyle Brezilya’da mesela… Yağmur dinmiş. Bulutlar dağılmış. Uçsuz bucaksız arazide, yüzlerce ağaç… Kar beyazı çiçek yığınlarıyla bezeli dallar, ılık bir rüzgârla dalgalanıyor. Ağaçlar nazlı nazlı sallandıkça çiçeklerin kokusu, parfüm gibi yayılıyor havaya. Hayali bile lezzetli.

Bu küçük, beyaz çiçeklerin her biri, aylar sonra birer kahve çekirdeği haline gelecek. Önce çiçeklerin yaprakları dökülecek. Arkalarında, yaban mersini büyüklüğünde, yemyeşil kahve meyveleri kalacak. Meyveler zaman içinde pembeleşip kızaracak. İyice koyulaşıp kıpkırmızı olduklarında, hasat vakti gelmiş olacak. Bir çırpıda anlattım ama her şey bu kadar hızlı olup bitmiyor. Bir kahve tohumu ekildiğinde, ürün vermesi ortalama beş yıl sürüyormuş.
Kahve meyvelerinin sertçe bir kabuğu var. Tadına bakanlar biraz kiraza, biraz böğürtlene benzeyen hoş bir lezzeti olduğunu söylüyorlar. İçenleri tiryaki yapan ‘’kafein’’ denen madde, meyvenin çekirdeğinde bulunuyor. Kafein birçok hayvan için zehirli ve kahve ağacının evrimleşirken kafein üretmesi tam da bu sebepten: Hayvanların meyveleri dişleyip çekirdeklere zarar vermesini önlemek için. Akıllı doğa, hiçbir şeyi şansa bırakmıyor.
Dans Eden Keçiler
Kahveyi ilk kimler keşfetti, ilk fincanı kimler içti? Kesin olarak bilinmiyor ama çokça rağbet gören bir efsaneye göre, kahvenin tarihi, dans eden keçilerle başlamış.
Bir varmış, bir yokmuş. Habeşistan yaylalarında bir köyde, çobanlık yapan genç bir adam varmış. Çoban Kaldi, gün doğarken yollara düşer, keçileriyle birlikte dağ tepe dolaşır, mutlu mesut yaşarmış. Ta ki sözünden çıkmayan uslu keçilerine bir haller oluncaya dek. Akşam olup da köye dönme vakti geldiğinde, yorgun argın görmeye alıştığı keçiler durulup yavaşlamak şöyle dursun, her zamankinden daha fazla atlayıp zıplamaya başlamışlar. Zavallı Kaldi, delirmiş gibi oradan oraya koşturan, kayaların üzerinde dans eder gibi dönüp duran keçileri toparlayacağım diye helak olmuş. Yine bir akşam ‘’Ne oldu bu hayvancıklara?’’ diye tasalanırken, koyu kırmızı meyve taneleriyle yüklü, yeşil çalılara takılmış gözü. Keçilerin gün boyunca gidip gidip meyvelerini yedikleri çalılara… Hemen bir avuç meyve toplamış ve doğruca köyün bilgesinin evine yollanmış. Bilgeye olanları anlatıp korka korka sormuş, Kaldi: ‘’Yoksa bu meyveler sihirli mi?’’
Bilge adam, ‘’Yahu olur mu öyle şey!’’ deyip hışımla ocakta yanan ateşe fırlatmış meyveleri. Meyveler yanıp kavrulurken, odanın içini öyle lezzetli bir koku sarmış ki, adam öfkesini unutuvermiş. Kahve çekirdeklerini hemen ocaktan toplayıp almış ve tarihin ilk kahvesini oracıkta pişirip içmiş.
Kahveyi fazla kaçırınca bir nevi ‘’keçileri kaçıran’’ biri olarak, deyimin Çoban Kaldi’yle bir alakası var mı acaba diye merak ettim. Olduğunu işaret eden bir şey bulamadım. Yine de Kaldi’nin hikâyesine yakıştığını düşünüyorum.

Uzun lafın kısası, kahvenin 9. Yüzyıl’da, Habeşistan’da -bugünkü ismiyle Etiyopya’da- keşfedildiği sanılıyor. En eski yazılı belgeler ise Yemen’de bulunmuş. Yemen dağlarında, manastırlarda yaşayan Sufi dervişler, tarikat hayatlarına dair her şeyin kaydını tutmuşlar. Gece geç saatlere kadar uyanık kalıp zikir ayinleri yapabilmek için bol bol kahve tükettiklerini bu belgelerden öğreniyoruz.
Kahvenin, tarih boyunca, özellikle Müslümanlar arasında dini ritüellerle yakından ilgisi bulunuyor. Yemen’den çıkıp tüm Arap Yarımadası’na yayıldığında, uzun saatler boyunca dua edebilmek için, dini buluşmalarda bolca içildiği düşünülüyor. En çok da cenazelerde…
Osmanlı’dan Avrupa’ya
İnsanlar kahvenin zindelik veren niteliğini keşfedince, önce yiyecek olarak tüketmeye başlamışlar. Çekirdekleri çerez gibi yemişler. Un haline getirip ekmek yapmışlar. Hatta ezip yağla karıştırdıkları çekirdeklerden, modern tanımıyla bir tür ‘’enerji barı’’ yaratmışlar.
Bir içecek olarak yayılmaya başladığında ise insanlık tarihinin kültür fenomenlerinden biri olup çıkmış, kahve. Geleneksel toplumlarda, kültür ve bilgi paylaşımı, sohbetle elde ediliyor. Kahveyi bu denli önemli kılan da kahve içmek için bir araya gelinen mekânların, yani kahvehanelerin toplumu dönüştürme gücü. Bir başka deyişle, maksat muhabbet olsun, kahve bahane.
Tarihteki ilk kahvehane, Kanuni Dönemi’nde, İstanbul’da açılmış. Halepli Hakem ve Şamlı Şems isimli iki Suriyeli tüccar tarafından, o zamanlar şehrin en kozmopolit semtlerinden biri olan Taht-ül Kale’de; Tahtakale’de. Epeydir üst tabakanın içtiği kahve, böylece İstanbul köşklerinden çıkmış, ard arda açılan kahvehanelerle birlikte halkla buluşmuş.

Osmanlı’dan Avrupa’ya yayıldığında, önce ‘’Arap şarabı’’ demişler, kahveye. Kahve sözcüğü, Arapça’da ‘’şarap’’ anlamına gelen kahwa’dan geliyor. Avrupalıları kahveyle tanıştırıp ‘’kafe’’ kültürünü başlatan ise epey renkli bir şahsiyet. İsmi Jerzy Kulczycki.
Kulczycki, Polonyalı bir aristokrat olduğu düşünülmekle birlikte, hayatı boyunca farklı ülkelerde, farklı kimliklerle yaşamış olan, ondan fazla dili anadili gibi konuşan, taklit yeteneği üstün, sosyal becerileri parlak; bazen tüccar bazen tercüman bazen diplomat ve en sonunda da kahveci, nev-i şahsına münhasır bir muamma. İsmini kahve tarihine yazdırması, II. Viyana Kuşatması ile gerçekleşiyor. Rivayete göre, Türk askeri kılığına girip Osmanlı türküleri söyleye söyleye ordunun içine sızmış, Kulczycki. Avusturyalılar için bir kahraman casus.
Osmanlılar, iki aylık kuşatmanın sonunda çekilmeye karar verdiğinde, geride çuvallar dolusu kahve bırakmışlar. Kahveyi tanımayan Avusturyalı askerler ise hayvan yemi zannedip çuvalları atmak üzereymiş ki ‘’Durun! Güzelim kahve atılır mı hiç!’’ diye Kulczycki fırlamış sahneye. Savaşın ardından, hem kahramanlık nişanı almış hem yüklüce para, bir de diplomatlık teklifi ama Kulczycki’nin aklında başka bir plan varmış: Osmanlı’dan kalan kahvelerle, Avrupa’nın ilk kahvecisini açmak. Yapmış da! Kuşatmadan hemen sonra açtığı kahve dükkânı, Avrupa’nın ilk kafesi olarak kabul ediliyor.
Kulczycki, kendi özel tarihinden romantik bir hatıranın ismini vermiş kafeye. Savaş sırasında yaralandığında, çok sevdiği karısı, mavi bir şişede sakladığı ilaçla iyileştirmiş onu. Böylece tarihe geçen kafenin ismi ‘’Mavi Şişe’’ olmuş.
Mavi Şişe’nin, kahvenin hikâyesinde yer bulan başka bir özelliği daha var. Kulyczycki, kahveyi Türklerden öğrendiği tarifle hazırladığında, koyu ve acı hali Avrupalıların hoşuna gitmemiş. Vakit kaybetmeden yeni bir çözüm yaratmış, Kulyczycki: sütlü ve ballı kahve. İşte o zaman dükkânı dolup taşmaya başlamış.

Bugün her damak zevkine uygun yüzlerce kahve çeşidi mevcut. Kulyczycki’nin yarattığı ve halen ‘’Viyana Kahvesi’’ diye anılan hali ise bol şekerli, kremalı ve çikolata şuruplu tarifiyle, insanı dağ keçisi gibi oradan oraya zıplatacak güçte bir enerji bombası.
Yine aynı dönemde, Viyana’da içilmeye başlayan ve kahve tarihinin en meşhurlarından biri haline gelen bir kahve türü daha var. Koyu kavrulmuş ve ince çekilmiş bir kahve olan espresso’yu süt köpüğüyle karıştırarak yapılan bir kahve çeşidi bu. Rahiplerin giydiği sütlü kahverengindeki cübbelerden ötürü, bir Katolik tarikatından, Kapuçinlerden alıyor ismini: capuccino.
Şeytanın İksiri
İnsanların bir araya gelip fikir alışverişinde bulunduğu, kalabalıklar halinde uzun uzun konuşup tartıştığı her toplumsal mekân, egemen güçler için tehdit sayılmış. Buluşmasınlar, konuşmasınlar, düşünmesinler! Tarih boyunca müftülerden sultanlara, krallardan Papa’ya otorite figürlerinin neredeyse tamamı bu mekânlara şüpheyle bakmış; yasaklarla cezalarla bastırmaya, yok etmeye uğraşmış. Kahvehanelere yaptıkları gibi…
Bilinen ilk kahve yasağı, 1511’de, Mekke’de uygulanmış. Neden? Kahve buluşmaları, radikal düşünceleri kışkırttığı için. İtalya’da, din adamları tarafından ‘’şeytanın iksiri’’ ilan edilmiş, kahve. Osmanlı tarihinde ise Kanuni’den itibaren defalarca yasaklanmış. En son IV. Murat zamanında yasak ilan edildiğinde, kahvehane açmanın cezası, ölüm.
1777’te, Prusya Kralı Büyük Frederik’in kahveye düşman kesilmesi ise ekonomik sebeplerden. ‘’Benim halkım bira içmeli!’’ diye buyurmuş kral. O zamanlar içme suyuna erişim sınırlı olduğundan, çoğu Avrupalı gün boyunca bira ve şarap içermiş. Ülkede bira satışları düşüşe geçip, uzak diyarlardan ithal edilen bu yeni içecek baş tacı edilmeye başlayınca, kahve yasaklanmış. Kralın şakası yokmuş. Sokakları adım adım dolaşıp, kahve kokusunun izini sürmek üzere, emekli askerlerden bir kolluk gücü kurulmuş. Zira evlerde bile kahve pişirmek suçmuş artık. Kahve yasağı, Büyük Frederik’in ölümüne kadar devam etmiş.
Sonra? Sonrası kahvenin dünya çapında zaferi.
İşin Sırrı: Kafein
‘’Beyin fonksiyonlarını değiştirecek, duyularını şaşırtıp dünyayı algılayışını başkalaştıracak; ruh halini, dolayısıyla davranışlarını etkileyecek bir madde var. Ve sen, yıllar boyunca her gün vücuduna o maddeyi alacaksın. O maddeye bağımlı olacaksın…’’
Biri bana bunları söyleseydi korkardım. Herhangi bir şeye bağımlı hale gelmenin düşüncesi bile korkutucu benim için. Belki genetik belki nörolojik yapımın bir sonucu; hayatım boyunca hiçbir şeyin tiryakisi olmadım. Kendimi en çok zihnim açıkken sevdim. Gerçeklik algımı bulandıracak hiçbir şeyi cazip bulmadım.
Galiba tek bir şeyin bağımlısıyım: kafein.
Düzenli olarak her gün kahve içen milyarlarca insandan biriyim.

Petrolden sonra dünyada en çok ticareti yapılan ürün, kahve. Kahveyi bir bağımlılık haline getiren kafein ise dünyanın en yaygın şekilde tüketilen psikoaktif maddesi. ‘’Biri bana bunları söyleseydi’’ diye az önce sıraladığım şeyler var ya, işte psikoaktif maddenin tanımı o cümlelerde. Sinir sisteminin faaliyetini etkileyen her tür madde ‘’psikoaktif’’ diye nitelenebilir: Nikotin, alkol, esrar, kafein…
Kahve tiryakiliği nedir? Neden bağımlı oluyoruz? Kahve içince neden kendimizi iyi hissediyoruz? İçmeyince bazılarımızın başı ağrırken, neden bazılarımıza tek bir fincan bile fazla geliyor? Kahve beynimize ne yapıyor? İşte cevapları…
Kahvenin, dolayısıyla kafeinin beynimizi nasıl etkilediğini anlamanın yolu, öncelikle başka bir kimyasal maddeyi tanımaktan geçiyor. Söz konusu madde, vücudun en güçlü moleküllerinden biri. Öyle ki hayatımızın temel ihtiyaçlarından biri olan uyku, varlığını önemli ölçüde ona borçlu. Bizi gevşeten, uyuklatan, nihayet uykuya dalmamıza yardımcı olan bu maddenin ismi ‘’adenozin’’.
Adenozin, sinir hücreleri arasında mesaj taşıyan bir kimyasal türü. Bu işleve sahip kimyasallara ‘’nörotransmitter’’ adı veriliyor. Bir nörotransmitterin görevini yapabilmesi için, alıcı sinir hücresi üzerinde özel bir bölgeye bağlanması gerekli. Bu bölgeye yani beynin kimyasal alıcılarına ‘’reseptör’’ deniyor. Nörotransmitter ve reseptörün çalışma biçimi, anahtar ve kilit şeklinde gerçekleşiyor. Nasıl bir kilidi açmak için doğru anahtara sahip olmak gerekiyorsa, her reseptör de ancak doğru nörotransmitter türüyle etkileşime geçtikten sonra gereken mesajı iletmeyi başarıyor. Kısacası adenozin bir anahtar, adenozin reseptörü ise kilit.
Şimdi gelelim, kafein denen maddenin adenozini nasıl etkilediğine: Kafein de tıpkı adenozin gibi anahtar niteliğinde. Neredeyse adenozinin kopyası bir anahtar… Öyle ki kilide, yani adenozin reseptörüne tastamam oturuyor ama çevirip açamıyor. Peki esasen yaptığı ne? Adenozinin kilide yerleşmesini engellemek. Bir başka deyişle, adenozini bloke edip kimyasal alıcıların ‘’gevşe ve uyu’’ mesajını almasını önlemek. Ayıltmak, diriltmek, uyutmamak…
Kahvenin Vücutta Yolculuğu
Kahve içtiğimizde, kafeinin kan dolaşımına girmesi yaklaşık on dakika sürüyor. Bir on dakika daha geçtikten sonra kalp atışı hızlanmaya başlıyor, enerji seviyemiz yükselişe geçiyor. Yarım saat dolduğunda ise vücudun hormon trafiği adamakıllı hareketlenmeye koyuluyor. Birçok psikoaktif madde gibi kafeinin yaptığı da beyni kandırmak. Sinir hücreleri, kafeinin uyarıcı etkisiyle hareketlenince, beynimiz acil bir durumla karşı karşıya olduğumuzu zannediyor ve başlıyor adrenalin salgısını arttırmaya. Adrenalinle birlikte nabız daha da yükseliyor. Gözbebeklerimiz büyüyor, görüşümüz bile daha keskin hale geliyor. Aciliyet hissine karşı kendimizi güvenceye almak için tetikte oluyoruz. Dikkatimiz dirilip algılarımız güçleniyor. Hatta daha ‘’akıllı’’ hissediyoruz. Tüm bunlarla birlikte üzerimize bir güç ve canlılık geliyor. Canlılık hissi, dopaminle birleşince bizi kafeine bağımlı hale getiren ‘’iyilik’’ duygusu çıkıyor ortaya. ‘’Zevk hormonu’’ diye bilinen dopamin, her tür bağımlılıkta önemli role sahip. Marifetli kafein ise dopamin üzerinde de etkili. Öyle ki kahve tiryakiliğinin sebebi, önemli ölçüde bu etkiye bağlı.
Dopamin, beynin zevk bölgelerini uyaran bir kimyasal. Bize zevk veren bir tecrübe yaşadığımızda, beyindeki dopamin seviyesi yükseliyor ve zevk bölgeleri aktive oluyor. İyi hissediyoruz, mutlu hissediyoruz. Kafeinin yaptığı, dopamin seviyesini doğrudan arttırmak değil. Dopaminin emilip kaybolmasını geciktirmek. Böylece daha fazla dopamin, daha uzun süre beynimizi uyarıp bizi mutlu etmeye devam ediyor.
Kafeinden bahsederken ‘’biz’’ deyip durdum ama söz konusu insan beyni olunca, ‘’biz’’ diye genelleme imkânı yok aslında. Herkesin beyni kendine özgü. Kimin hangi maddeye nasıl tepki vereceği, neye tiryaki olup neye olmayacağı, eşi benzeri bulunmayan kendi beynine bağlı. Bu durum, kafein için de geçerli.
Kafeinin sindirilip vücuttan atılması genellikle dört-beş saat sürüyor ama bu, ortalama bir ölçüt. Herkes için aynı değil. Akşam yemeğinden sonra kahvesini içip mışıl mışıl uyuyanlarımız var. Bir de benim gibi, öğleden sonra içtiği tek bir fincan yüzünden baykuş gibi oturup kalanlar… Kahvenin kişiyi ne ölçüde etkilediği, vücudun kafeini ne kadar hızlı metabolize ettiğine bağlı. Bu ölçüyü belirleyen ise öncelikle genetik yapımız. Kafein karaciğerde, bir grup enzimin işbirliğiyle metabolize oluyor. Enzimler ne kadar hızlı salgılanıp çalışmaya koyulursa, kafein vücuttan o kadar çabuk atılıyor. Bu enzimlerin çalışma gücünü ve hızını belirleyen ise ‘’kafein geni’’ diye anılan bir gen.
Metabolizma karmaşık bir olgu. Genetik farklılıkların yanı sıra, beslenme alışkanlıkları ve kullanılan birtakım ilaçlar da kafeinin vücuttan atılma süresini etkileyebiliyor. İlginç bulgulardan biri ise sigara tiryakiliğiyle bağlantılı. Sigara tiryakileri, kafeini daha hızlı metabolize ediyormuş. Sigara içenlerin kahveyi de bolca tüketmesi ya da sigarayı bırakmaya çalışanların en çok kahve içerken zorlanması, psikolojik ve davranışsal unsurların yanı sıra bir yönüyle kafein metabolizmasıyla ilgili.

Kafeinsiz yaşayan bir anne babanın çocuğuyum. Sabahları enerjik uyanan, kahvaltıda içine taze zencefil katılmış birer fincan çay içen ve ayılmak için fazlasına ihtiyaç duymayan bir anne baba… Kahveye ihtiyaçları yok çünkü kahve içme alışkanlıkları yok. Her tür bağımlılıkta olduğu gibi, kahvenin de bir bağımlılık haline gelmesi için öncelikle kahve içmeye başlamak gerekiyor.
Kahve tiryakilerinin beyin hücreleri, içmeyenlerden farklı bir kimyasal yapıya sahip. Düzenli olarak kahve içtiğimizde, beyinde daha fazla adenozin reseptörü oluşuyor. Daha fazla adenozin reseptörü demek, adenozin denen uyku veren maddenin beyne daha yüksek miktarda nüfuz etmesi demek. Sonuç olarak, adenozin alıcılarını bloke etmek yani ayılmak, uyanmak için daha fazla kafein ihtiyacı demek. İşin aslı şu ki ne kadar çok kafein tüketirsek, vücudumuzda o kadar çok miktarda adenozin birikiyor. Sabah mahmurluğunun en çok kahve içenlerde görülmesi bu sebepten.
Bu durumu değiştirmek mümkün mü? Daha az kahve içerek ya da hiç içmeyerek mümkün. Kahveyi azalttığımızda, adenozin reseptörlerinin miktarı da azalmaya başlıyor. Araştırmalar, en koyu tiryakilerin bile bir-iki hafta içinde kahveyi bırakabileceklerini gösteriyor.
Kahveyi bırakmaya çalışanların başlıca şikâyetlerinden biri, baş ağrısı. Baş ağrısı ve migrenlerde, beyin damarları genişliyor. Kafeinin etkilerinden biri ise sinir hücrelerini hareketlendirip damarların sıkışıp daralmasını sağlamak. Birçok ağrı kesici ilacın içinde kafein bulunması da bu yüzden. İlginç bir bilgi daha: Kahve şirketleri, kafeinsiz kahve üretirken, işlemden geriye kalan kafeini, ilaç şirketlerine satıyormuş.
Her sabah biri kafeinsiz olmak üzere, iki büyük fincan kahve içiyorum. Benim kafein genim, kafeini yavaş metabolize eden türden. Daha fazlasını bünyem kaldırmıyor. Yine de mecbur kalmadıkça kahveye veda etmeye niyetim yok. Güvenli bir mesafeyi koruyarak, çok fazla içli dışlı olmadan buluşup görüştüğüm ve her kısa buluşmadan, zihnimde mutlu bir tatla ayrıldığım bir arkadaş gibi kahve. Sıkı fıkı olursak bir gerilim çıkacağını tecrübeyle biliyorum ama küçük dozlarda, tadına doyum olmuyor.
Üstelik faydalı bir dost, kahve. ‘’Polifenol’’ denen ve vücutta iltihaplanmayı önleyen antioksidan deposu mikro besinlere sahip. Araştırmalar hafızayı güçlendirdiğini; Alzheimer’dan diyabete, Parkinson’dan kalp ve damar hastalıklarına kadar çeşitli rahatsızlıklar üzerinde olumlu etkileri olduğunu gösteriyor.
Her şey bir yana, kahveyle duygusal bir bağım var. Kahve benim için umudun tadı. Günün halen yeni olduğu, henüz eskiyip tükenmediği mutlu vaatlerle dolu saatlerin, sabahların tadı… Saat erken, etraf sessizken ilk fincanı hazırlıyorum. İlk yudumu, sembolik bir başlangıç olarak tanımladım. Onu tadarken aklım başka bir yere kaymasın, o an heba olmasın diye her sabah, kahvemi alıp yatak odamın balkonuna çıkıyorum. Derin bir nefes alıyorum önce. Sonra gökyüzünün uçsuz bucaksız manzarasını içime çekiyorum. Bir sabah daha dünyada olmanın kıymetini hatırlayarak, yeni bir güne başlamanın sade ve derin zevkini duyarak, o ilk yudumu içiyorum.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.